tek bir özür cümlesi beklemekle geçti tüm haftam. içimdeki kızgınlığın konu ferdi olunca her türlü bahanenin arkasına sığınarak dineceğini biliyordum. barış ve ismail'i bile bir araya getiren dağ gibi bir öfke vardı içimizde ama onun dudağından çıkacak tek bir cümleye bakıyordu her şey.
çok sinirliydim, düşünemedim, istemeden kırdım seni dese tüm yelkenlerim inecekti ama ne o geldi ne de yelkenlerim suya indi. şiddetli bir fırtınanın ortasında sessizce ölmeyi bekleyen, dalgın biriydim artık. içtiğim suyun da artık odamda yediğim hazır yemeklerin de hiçbir tadı yoktu.
kampüsle yurt arasında dokuduğum mekik beni sadece ferdi'den değil tüm insanlardan uzaklaştırmıştı. kulağıma dolan ağır ithamlar odama geçene kadar öteki kulağımdan çıkıyordu ve şairler buna 'hissizleşmek' diyordu.
artık değersiz bile hissetmiyordum. yok olmuş gibiydim. ferdi yemekhanedeki çocuğa "seni de sikerim." derken bana ait tüm değerleri parçalamış ve göremeyeceğim bir yerlere saklamıştı ya da beni ucuz gördüğü için öylesine bir çöp konteynırına bırakmıştı, bilmiyorum. her türlü ihtimal kötüydü, iğrençti.
"dışarı çıkalım, hava alalım bugün biraz." dedi ismail. bizim odada çok fazla vakit geçirir olmuştu son günlerde. barış ile hâlâ biraz limoni olsalar da bana belli etmeden yaşıyorlardı bir şeyleri. ilgileri durmadan üzerimdeydi.
etrafıma doladığım battaniyeye biraz daha sinerken kafamı iki yana salladım. "keyfim yok hiç." bunu zaten biliyorum, der gibi gözlerini devirirken dolaptan benim için birkaç parça çıkarmıştı bile. banyodan çıkan barış ıslak saçlarını havluyla kuruturken "nereye gidiyoruz?" diye sordu. içerden bizi dinlemişti anlaşılan.
"sen nereye?"
ismail'in alayla sorduğu soruya karşılık ciddi bir alınganlık gösterirken "pardon." dedi. "takılın siz."
"şaka yapıyorum barış. bebek gibi mızmızlanıyorsun her şeye."
"kes sesini. konuşma benimle."
barış ıslanan havlusunu banyonun kapısına asmak için ayaklanırken ismail de göz devirip çıkardığı kıyafetleri kucağıma bırakmıştı.
"ben yirmilik bebeğimi alıp kaçıyorum sen de hemen hazırlanıp aşağıya iniyorsun."
itiraz etmeme fırsat sunmadan barış'ın omzuna kolunu doladığı gibi çekiştire çekiştire çıkardı odadan. yorgun gözlerim camdan dışarıya taştı, geceden kalma ıslak kaldırımları süzdüm boylu boyunca. iki adım atmak bile gelmiyordu içimden ama benim için verilen uğraşlara sırt çevirecek kadar da kötü biri değildim.
hazırlanıp aşağıya inmem on dakika bile sürmedi. saçlarımın duruşu artık eskisi kadar önem arz etmiyordu. yarılanmış parfüm şişemin kapağının üzerinde tozlar birikmişti, kullanmıyordum onu. kıyafetlerimin ütüsüz oluşu gözüme görünmüyordu bile.
"hızlısın." dedi beni kapıda gören barış. herkesin okulda olduğu bir vakitte dersleri asmış olmanın rahatlığıyla bahçedeydik. kimsecikler yoktu. rahattım. günler sonra nihayet sonbaharın kokusunu alabiliyordum. "nereye gidiyoruz?" dedim hasta gibi çıkan sesimle.
ismail kolunu omzuma atıp beni önden yürütürken "sen nereye istersen." diye yanıtladı sorumu. barış geride kalmanın verdiği huzursuzlukla "be amına koyduğumun salağı." dedi. "sence o bir yere gitmek ister mi?"
haklıydı. ağzımdan kaçan kıkırtı ismail'in kafama hafif bir tokat atmasıyla sonlanırken "bana düzgün davran, ağlarım." dedim. günler sonra kendi dağınık ruh halimi şaka malzemesi yapmam ikisinin de yüzünde güller açtırmıştı.