Sabah beş buçukta normalde küfrettiği alarmına bu sefer tepkisiz kalmıştı. Zaten uyanıktı, neredeyse iki saattir tarif çalışıyordu. Uyumamak için yaptığı beş bardak türk kahvesinin kirli fincanlarını lavaboya götürdü öncelikle. Uykusunu açtıkları yoktu ama plasebo etkisine güvenirdi.Ev arkadaşlarına kahvaltı hazırlamaya başladı, her gün bir anne edasıyla böyle yapardı zaten. Dün saatlerce soyup doğradığı ve suya yatırdığı bir poşet patatesi kurutmak için peçetelere sardı. Onlar kururken ev halkının tamamının sevdiği sosu hazırlamaya başladı. Bu tarifi nereden öğrendiğini dahi hatırlamıyordu. Gerekli baharatları sanki bir tutam fazla koysa mutfak yanacakmış gibi titizlikle ve özveriyle karıştırma tabağına koyarken, son zamanlarda ekranla haşır neşir olmaktan numarası epeyce artmış gözlerini kısıyor, dudaklarını ısırıyordu. Önemli bir şey yaptığını düşündüğünde hep böyle yapardı.
Patatesleri sosla karıştırmadan önce haşlamaya koyduğunda, duşa girmesi gerektiğini fark etmişti. Dün geceki minik kaçamağını unutmuştu, restorana da pis gitmek istemiyordu. Sevgilisine "Günaydın tatlım!" demek için attığı ses kaydı iletildikten sonra kendisini hızla duşa attı. Patateslerinin yumuşamasını da istemediğinden yirmi dakikayı geçirmemeliydi.
Hafif adımlarının dahi eski evdeki parkeleri gıcırdattığını biliyordu. Gıcırdamayan kısımlarına basmaya çalıştı, ev halkını uyandırmamak için değildi bu uğraşları. İstese de bu saatte uyandıramazdı kimseyi. Kendi kafası ses kaldıracak durumda değildi sadece. Duşta söylemek için şarkı bile açmamıştı. Gece boyunca kafasında öyle konserler verilmişti ki günün de aymasıyla artık sessizlik istiyordu. Tezat bir istek olsa da kendi sessizliğini yaratabileceğine inanmıştı.
Duştan çıkar çıkmaz bornozuyla mutfağa koştu, patatesleri haşlama suyundan çıkarıp tekrar kurutmak için kâğıt peçetelere sardı ve blenderda çektiği kuru ekmekleri çıkardı tezgâha. Aynı, hassas ama hızlı adımlarla kıyafetlerini almak için odaya ilerledi. Kıyafetlerini hızla toplayıp tuvalette giyindikten sonra, ensesine aldığı havluyla geri mutfağa gitti. Mutfaktan çıkmak yarım saat öncesine kadar onu ne kadar rahatlatmış olsa da şimdi geri gelmek bir o kadar evinde hissettirmişti.
Travmatik durumların yaşandığı yerleri kolay kolay terk edemezsiniz. Kaçsanız da beyniniz sürekli o mekândan parçalar arar sığındığınız yerlerde. "İki kent arasındayım, biri bilmiyor beni, öteki artık tanımıyor" diyordu. "Ait olamamak da tam olarak burada başlıyor." demişti Sartre, Bulantı isimli romanında. Travmalarınız size aidiyet duygusunu tattırır, siz ondan kaçmaya kaçtıkça unuttuğunuzu sanarsınız ama gittiğiniz yerde de onu ararsınız. Aynı babası tarafından sevilmemiş bir kızın, kendisini sevmeyecek bir erkek bulup ona bağlanması gibi. Taciz edildiğiniz sokaktan geçmek istemeseniz de o sokağın yanından geçerken gözlerinizi oradan ayıramamanız gibi...
Bunları isteyerek yapmazsınız, bilinçaltınız sizi buna iter.
Mutfak da böyleydi ama artık mutfakta öyle çok çalışıyordu ki yemek dışında düşünebileceği hiçbir şey olmuyordu.
Patatesleri hazırladığı sosa, ardından kuru ekmeklere bulayıp kızdırdığı yağa attı hızla. Onlar kızarırken domatesleri kesmiş, dün soyduğu bir poşet salatalığın bir kısmını doğramış, çayı demlemeye bırakmıştı. İkinci postayı kızmış yağa attıktan sonra yine lavaboya yöneltti adımlarını. Saçlarını taramayı hiç sevmezdi ama mutfakta da düşebilme ihtimallerini göze alamazdı.
Sonunda çok da uzun olmayan saçlarını açabildiğini fark ettiğinde kurumalarını beklemeden toplamıştı gür saçlarını. Kızarmış olduklarına emin olduğu patatesleri kocaman bir tabağa koyduktan sonra masayı kurmuş ve ev halkını uyandırmıştı. Sağ bileğine taktığı kar beyazı saatine baktı, altı buçuğa yaklaşıyordu saat. Yedide restoranda olması gerekiyordu. Bunun öncesinde de ev arkadaşlarını aç bırakmıyordu. Eve uyumak için geliyormuş gibi olmaktan kokuyordu. Arkadaşlarından uzaklaşmak istemiyordu.