3 Ekim Cumartesi
Benliğimin gökyüzünde belki de hayatım boyunca sahip olduğum en tuhaf hava vardı. Çok gün görmüştüm; sımsıcak güneşi kalbimde ağırladığım, zihnime yağmurlar ve yıldırımlar düşürdüğüm, beyazın ve grinin her tonunda bulutu damarlarımda taşıdığım... Hepsi ikinci karşılaşmalarımızda beni evimdeymiş gibi hissettirmeye başlamıştı ve daha sonraki karşılaşmalarda da bu böyle devam etmişti. Ama bedenim şu an içimde taşıdığım havayı o kadar garipsiyordu ki ikinciyi, üçüncüyü bırak, ömür boyu buna alışamayacakmış hissini zihnime aşılamıştı.
Aslında alışmak herkese başta zor gelirdi, ilk karşılaşmada herkes karşılaştığı şeye bir ömür boyunca alışamayacağını düşünürdü. Ama bunun böyle olmadığını tabii ki biliyordum, en koyu hüzünler ve en derin acılar bile insanı kendilerine alıştırır, hatta hayatlarından bir daha asla çıkmayacakmış hissiyle onları sararak kendilerine bağımlı hâle getirirdi; benliğimin yaşadığı hisler karmaşası mı beni kendisine alıştırmayacak, hatta bağlamayacaktı? Alışırdım, alışacağımı biliyordum, sadece beni korkutan şey, alıştıktan ve hatta bağlandıktan sonra bu havayı benliğimde bir daha bulamayacak olma ihtimalimdi.
Yağmur yağdıktan sonranın o temiz kokulu havasını benliğimde taşıyordum, ama tuhaf olan şey, benliğim bir damla yağmuru bile topraklarında ağırlamamıştı. Başını kaldırıp yukarı bakan biri az sonra yağmur yağacak diyebilirdi, ama yukarıda bir bulut bile yoktu. Ferah havayı teninde hissederek ve toprak kokusunu soluyarak benliğimin o güne kadar sahip olduğu en büyük gökkuşağını izleyebilirdin, ama sorun yağmurun yağmadığı ve tek bir bulutun bile olmadığı bir havada nasıl gökkuşağının var olabileceğiydi. İşte, ben yazayım, sen anla sevgili günlük. Hayat bazen gerçekten de çok tuhaf olabiliyor.
Üzerimde açık mavi, dar paçayla boru paçanın arasında bir paçası olan bir kot pantolon vardı. Belki de içinde en çok rahat ettiğim pantolonum buydu. Tedirginlik damlalarının zihnimin toprağına yağma konusunda zihnimi tehdit etmesiyse onun zihnimde hiç de rahat etmediğini gösteriyordu. Hayatım boyunca bedeni ve benliği birbirine paralel olan biri olmayı istemiştim ama dünya kadar duygunun sırtında taşıdığı düşünceyi ağırlayan zihnimde, tedirginliğin tahta geçmeye çalışması bugüne kadar bana bir kere bile yardımcı olmamıştı.
Pantolonumun üstüne beyaz ve hiçbir deseni olmayan, kısa kollu bir tişört giymiştim. Tişörtün üstünde üç tane küçük düğme vardı ve sıra dışı bir görüntüsü olmasa da şık gösteriyordu. İçimdeki tedirginliğin baskıladığı mutluluğum, birkaç göz kamaştırıcı rengin olağanüstü birleşimine gizlenmişti. Gökkuşağının başı ve sonu belli olmaz derlerdi ama içimdeki gökkuşağının yerini nokta atışı yapacak kadar iyi tespit edebiliyordum: kalbimden başlıyordu ve zihnimde bitiyordu.
Havalar serindi, bir haftadan fazla bir süredir İstanbul sonbahar yağmurlarına kucak açıyordu; bu nedenle kısa kollu tişörtümün üstüne siyah hırkamı giymiştim. Bakışlarım asansörün aynasında gezindiğinde göze batan herhangi bir görünüş sıkıntısı yaşamadığımı görebiliyordum. Saçlarımı açıktı ve omuzlarımdan aşağı dökülüyorlardı. Gözlerimse derinlerinde uykuyu barındırıyordu ama karnımdaki heyecan bulutları onların üstünü kalın bir tabaka şeklinde örtmüş, bana yorgunluğu yenen bir canlılık katmıştı.
Uykulu olmamın sebebini çok iyi bir şekilde bildiğine eminim sevgili günlük: tabii ki de dün gece saat bire on kalaya kadar satırlarına bir şeyler karalamış olmam. Dönüp dün gece yazdığım ilk satırlara ve son satırlara baktığımda el yazımın ne kadar çirkinleşmiş olduğunu rahatlıkla görebiliyorum. Özellikle de esnerken yazmaya çalıştığım o birkaç sözcük. Garantisini verirdim ki Fatih'in el yazısından daha kötüydü.
ŞİMDİ OKUDUĞUN
Sude'nin Günlüğü
ChickLitÇevresindekilerden lise yıllarının değerinin bilinmediğini, oysa insan ömrünün en güzel yıllarının lise yılları olduğunu sık sık duyan Sude, bursla okumaya başladığı İstanbul Koleji'nde bu yıllarını yeni sırdaşı olan günlüğüne anlatır. Günlüğünün ar...