29 Eylül Salı
Hayat, varlığını parıltılarla belli ederdi.
Bugüne kadar tanıdığım ve gözlerinin içine bakarak kendisine bir şeyler söylediğim her insanın irislerinin ortasında küçücük, beyaz bir ışık vardı; mavi, ela, kahverengi, ne renk gözlere sahip olursak olalım bu parıltılar gözlerimizi gözlerimiz yapan olmazsa olmazımızdı. Parıltılarımızın içine bazen milyonlarca duygu gizlenebilirdi; bazen de tek bir duygu orayı işgal etmiş olabilirdi, ama yine de içinde hangi anlamı taşıyorsa taşısın insanın var olduğu gözlerinden anlaşılırdı.
Asansörün sarımsı ışıkları, içeriyi loş bir hâle getirmişken, aynadan gördüğüm gözlerim yeni parıltılara kapılarını açmıştı. Kendimden beklenmeyecek kadar dikkatli bir şekilde gözlerime baktığım hâlde bu parıltıların ne anlam taşıdığını çözemiyordum ama bunun bir önemi de yoktu. Belki de gözlerim, içine anlamlar yüklenmiş parıltılar yerine sadece yaşadığımın bir kanıtı olan boş parıltılar taşıyordu. Zaten önemli olan nasıl parıltı taşıdığı değil, parıltı taşıyıp taşımadığıydı.
Uzunca bir süre aynadan gözlerimdeki parıltıları inceledim, ardından bakışlarım asansörün dijital ekranının aynadaki yansımasına döndü. Ekranda beş rakamını görünce şaşırarak arkama döndüm ama onun aslında iki rakamı olduğunu anlamam uzun süremi almamıştı. Bir an için gerçekten de dört katlı bir binanın beşinci katına nasıl çıkıyor olduğumuzu düşünmüştüm.
'' Doğduğundan beri bu asansöre biniyorsun ama hâlâ ikiyi aynada beş diye görüp beşinci kata çıktığımızı sanacak kadar salaksın.'' Fatih şaşırarak arkama döndüğümü fark etmiş olmalıydı ki yine her zamanki hâlinden ödün vermeden benimle dalga geçiyordu. Bana alaycı bir bakış attığında içimde ona karşı gözlüklerini yumruklama isteği doğmuştu.
'' Düzgün konuş,'' diye onu uyaran babamın sesi sertti. '' O senin ablan.''
Asansörün kapısı açıldığında demir kapıya doğru yürüyen babam ve Fatih'in peşine takıldım. Binadan çıktık, kendimi yorgun hissediyordum, belki de asansörün aynasına bakarken gözlerimde gördüğüm parıltılar yorgunlukla doluydu. Bugün yoğun bir okulun ilk günü geçirmiştik ve saat geç olmuştu, hava çoktan kararmıştı.
Kaldırımın yanına park edilmiş beyaz Toyota'nın ışıkları yanıp söndüğünde kaldırımdan inip yola çıktım, aynı anda Fatih'in ön koltuğun kapısını açtığını görmüştüm. Şoför tarafının kapısını tutan babam daha kendi kapısını açmamışken Fatih'e baktı, bu bakışlar ona atabileceği en sert bakış olabilirdi. '' Arkaya.''
'' Ya,'' diye sızlandığını duyduğumda babamın arkasındaki kapıyı açmış, yerime oturmuştum. '' Ama baba...''
'' Lafımı ikiletme, Fatih.'' Babam, tuttuğu kapı kulpunu bırakıp arkaya doğru bir adım attı. Eli kapımı sıkıca kavradığında bakışları kapatacağı yerde bir şey olup olmadığındaydı. Yanımda çanta yoktu, üstümde uçuşan ve kapıya sıkışabilecek olan kıyafetler de yoktu; bunu gördüğünde sertçe kapımı kapattı, beyaz bir pantolonun üstüne sıradan bir tişört giymiştim.
'' Bekle hayat, geliyoruz biz, dat dat dat dat...'' Fatih pes etmişti, zaten bu konuda babamın yanında fazla şansı da yoktu. Yanımdaki kapıyı açıp oturduktan sonra sertçe geri kapattı. '' Altımızda Auris, dat dat dat dat...'' Ona tuhaf bir ifadeyle baktığımı gördüğünde '' Ne bakıyorsun?'' diye sordu. '' Ne zaman arabaya binsem aklıma bu şarkı geliyor.''
'' Sen de doğduğundan beri bu arabaya biniyorsun ama hâlâ arabaya her bindiğinde aklına bu şarkı gelecek kadar salaksın.'' Ona kendi sözleriyle karşılık verdiğimde dikiz aynasından babamın sert bakışlarıyla karşılaştım. Bu bakışların altında neyin gizli olduğunu görebiliyordum, az sonra Fatih'e salak olduğunu söylediğim için bir fırça yiyecektim.
ŞİMDİ OKUDUĞUN
Sude'nin Günlüğü
Romanzi rosa / ChickLitÇevresindekilerden lise yıllarının değerinin bilinmediğini, oysa insan ömrünün en güzel yıllarının lise yılları olduğunu sık sık duyan Sude, bursla okumaya başladığı İstanbul Koleji'nde bu yıllarını yeni sırdaşı olan günlüğüne anlatır. Günlüğünün ar...