On dört eylül sabahı buraya geldiğinde yapmayı düşündüğü tek şey, olduğu yerden çabucak kurtulmaktı. Uyanmış, gereksiz pahalı olan o kahvelerden içmiş, hiçbir şey öğrenmediği derse girdikten sonra bulduğu ilk ağacın altına kurulmuştu. Giydiği siyah kumaş pantolonunun aksine beyaz gömleği kırışmış, ilk üç düğmesi açılmış, yakası havaya belli belirsiz kalkmış haldeydi. Bir lise öğrencisi gibi giyinmesine rağmen onun üniversitedeki üçüncü senesiydi. Diğer havalı ve zeki çocukların arasında giyilebilecek en uygun şeyin bu olduğunu düşünüp üstüne geçirmişti.
Kendisinde fazladan bir özellik göremezdi, görmek istemezdi. Fazla olmaktan kaçınırdı. Göze batmaktan kaçınır gibi bir hali vardı. Lakin bu kaçışın onu daha da gözle görülür kıldığından çok haberdar değildi. Yakışıklıydı, mükemmel yüz hatlarına sahipti. Keskin bakışları, dolgun dudakları, ona çok yakışan karakteristik burnu ve simsiyah uzun saçlarıyla bazıları için bulunmaz nimet gibiydi. Ama o bunlarla övünmekten hoşlanmazdı. Ne de olsa bu yüzü kazanmamıştı, zaten böyle doğmuştu. Kendilerine doğuştan verilenlerle böbürlenenlere hep sinirlenirdi.
Uzaktan ona el sallayan arkadaşlarını gördüğünde yavaşça ayağa kalktı. Pantolonunu düzeltti, üstündeki hayali tozu sirkeledi. Kendisine yaklaşan üç oğlanla iki yıldır tanışıyorlardı. Yakın arkadaş olmasalar da vakit geçirmek için fena sayılmazlardı.
"Dersin ne ara bitti kaptan?" dedi aralarından biri.
"Bana kaptan deme."
"Takıldığın şeye bak oğlum ya.."
Yüzme takımının kaptanıydı lisede. Bundan bahsettiği o akşamdan beri arkadaşları bu konuyla ilgili şakalaşırdı. Ama onun hoşuna gidiyor sayılmazdı. Pek iyi zamanlar geçirmemişti o zamanlar, hatırlamaktan hoşlanmıyordu. Fakat yine de yüzmek onun için hala bir tutku olarak kalmıştı. Her boş anında okulundaki havuz gider, okyanusta kaybolmak istercesine kulaçlar atardı.
"Bizimkilerle geçenki mekana gidiyoruz. Gelsene sen de, kafa dağıtırız."
"Kalsın, size iyi eğlenceler."
"Hadi be Hwang, insan içine çık artık. Taş gibisin oğlum. Kimseyle takıldığını da görmüyoruz. Depresyonda mısın, çözemedik."
"Neyse ne, gelesim yok."
Birkaç ikna ve serzeniş cümlesi sonrası artık özgürdü ısrarlardan. Gitmeyecekti, istemiyordu. O ortamlardan hoşlanmıyordu. Belki de gerçekten depresyondaydı, kim bilir.
Normalde okulun yurdunda kalırdı ama bugün aile evine dönecekti. Çok samimi olmadığı bir oda arkadaşı vardı. Pek sohbet etmezlerdi ama iyi çocuktu. Hyunjin'den bir yaş küçük, bilgisayar mühendisliği okuyan, zeki bir tipti. Odada kimse kimsenin işine burnunu sokmazdı. Bi de tabi düzensiz veya pis biri de değildi. Hyunjin temizlik hastası değildi ama kötü kokudan, kirden nefret ederdi.
Onu birkaç gün idare edecek kıyafetlerini dolabından çıkardı, katlayıp çantasına yerleştirdi. Aile evinde kıyafetleri vardı ama günlük kıyafetleri genelde yurt odasındaydı. Tek çocuktu, sadece anne babasıyla yaşıyordu. Ebeveynleri ülkenin farklı bir şehrinde yaşıyor, o da bulduğu boş zamanlarda arabasıyla onları ziyarete gidiyordu. 12 saat araba sürmek kimilerine göre can sıkıcı ve yorucu olsa da o, dinlendiğini hissediyordu. Eşyalarını da alıp arabasının koltuğuna yerleşti. Torpidonun içinden çıkardığı ıslak mendille ilk önce ellerini sonra direksiyonu sildi. Sürekli dinlediği podcast serisinden yeni bir bölüm açtığında artık yola çıkmaya hazırdı.
Yolda giderken etrafına bakmaktan hoşlanırdı. Şehirden uzaklaştıkça insanların birer birer gözden kayboluşuna tanık olmak iyi gelirdi. Daha az göz daha az yargılama demekti. Eh ama tabi bu bakma eylemini dikkatli gerçekleştirirdi. Hyunjin, ne kendinin ne de bir başkasının canına mal olmak istemezdi.
ŞİMDİ OKUDUĞUN
Renkli Rüyalar Oteli | Hyunlix
FanficArabayı sen kullan demiştim içkiliyim Boşver yutalım şeritleri bas gaza dedin Bu otel güzel, adını sevdim Orda öyle yerlerime dokun Dokunmadığı kimsenin ~Hyunlix