Başımı arkamdaki duvara yaslayıp gözlerimi tavana dikmiş, yavaş yavaş odaya çöken sessizliğin tadını çıkarmaya çalışıyordum ki yalnızca birkaç dakika süren bu sessizlik Patrick'in sözleri ile bölündü:
'Peki ama... Bir müzeye o saatte ve çığlık atarak neden girilir ki?'
Eh, bunu ben de en az Patrick kadar merak ediyordum doğrusu. Gözlerimi tavandan ayırıp karşımda, hafif çaprazda kalan kanepeye oturmuş siyah şapkalı şirin çocuğa baktım. Kafası karışmış gibiydi. Ona hak veriyordum. Her ne kadar -biraz da benim sayemde- tuhaf şeylere alışık olsa da bir şeyler ona mantıksız geliyor ve Ryan'ın neden böyle bir şey yaptığını merak ediyordu. İşte ben de aynen öyleydim. Kafam karışıktı ve merak ediyordum ama aynı zamanda da bundan sıkılmaya başlamıştım artık.
"Kimin umrunda?" diye kestirip attım, her ne kadar ben de öğrenmek istesem de. Bunun üzerine Patrick beni şaşırtan bir hamle yaptı: 'Seninle değil, Ryan ile konuşuyorum.' Aslında sanırım bunu Patrick'ten bekliyor olmam gerekiyordu, emin değilim. Bir yandan iyi olmuştu çünkü hâlâ öğrenmeyi istiyordum. Bu nedenle hafifçe omuz silkip başka bir şey söylemeyerek gergin bakışlarını ahşap zemin ve Patrick arasında gezdiren Ryan'ın açıklamasını dinlemek için hafifçe ona doğru döndüm.
Tam bir şey söylemek için ağzını açmışken kapıya hızlı ve sabırsız bir şekilde, ritmik olmayan vuruşlarla vuran parmakların ve sahibinin sesi duyuldu:
'Urie!'
Soyadımla çağrılmaktan hiç hoşlanmazdım, hâlâ da hoşlanmam. Soyad bir aileye ait olduğunun göstergesi gibi bir şey olmalıydı ancak bana göre hiçbir şey ifade etmeyen, dört harften oluşan değersiz, anlamsız bir kelimeydi sadece. Belki de tek 'ailem' Patrick olduğu içindir, bilmiyorum.
Sesi duyduğum an sahibinin görüntüsü zihnimde canlanmıştı: Önce keskin ve delici bir mavi tonundaki gözler belirmişti gözümün önünde, ardından pek biçimli olmasa da bir araya geldiklerinde oldukça hoş bir yüz oluşturan yüz hatları, burun ve dudaklar. Her ne kadar bu heriften pek hoşlanmasam da çekici olduğunu itiraf etmeliyim.
Sabırsız tıklamalar devam ederken yataktan indim ve kapıya doğru ilerledim. Dallon'ın sabırsız, hoş bir aksana sahip sözcükleri yeniden duyuldu: "Bay Lecter seni görmek istiyor. Hemen."
Elim anahtarların üstünde, kapıyı açmadan önce son bir kez Ryan'a ve Patrick'e baktım. Çünkü kapıdan çıktığım an pek iyi şeyler olmayacak gibi görünüyordu.
Hızla anahtarı çevirdim ve kapıyı açıp karşımda durmuş, bana gözlerini deviren Dallon'ın "Nihayet." diye solumasını görmezden gelmeye çalıştım. Bir şey dememe fırsat vermeden arkasında kalan, barın diğer ucundaki masayı işaret etti ve ekledi: "Yerinde olsam koşarak yanına gider ve özür dilerdim."
Dudaklarımın hafifçe kıvrıldığını hissettim. "Ah, sana boşuna Lecter'ın Sülüğü demiyorlarmış demek ki..." dedim alçak ancak duyduğundan emin olduğum bir sesle.
Dallon istifini bozmamaya çalışsa da duruşunun bile hafif de olsa değiştiğinin farkındaydım. Ne yazık ki gösterdiği masada oturanı görünce neşem anında kayboluverdi. Yumruklarımı sıkıp sakin ve rahat olmaya çalışarak -ve muhtemelen başarısız olarak- masaya doğru ilerledim.
Düzensiz vuruşlar devam ederken panik duygusuyla irileşmiş gözlerimi önce Brendon'a, ardından Patrick'te çevirdim. Brendon'ın köşeli, kahverengi kaşları çatılmıştı; çenesi hafifçe sıkılıydı. Patrick ise olduğu yerde doğrulmuştu, yüz ifadesindeki ciddileşme barizdi ama hâlâ oldukça sakin gibiydi. Bakışlarım tekrar Brendon 'a kayarken Brendon, oturmakta olduğu yerden kalktı, normal adımlarla kapıya ilerledi.
ŞİMDİ OKUDUĞUN
You're The Only Place That Feels Like Home
FanficParçalanmış, yıpratılmış ve kendi kendini köşeye sıkıştırmış, kayıp bir zihin. Zarar görmüş, kendini duygulardan arındırmış bir ruh. Kaybolmuşluk ve acı. Öfke ve nefret. Ama bütün bunların kesişimi: Yalnızlık. “Benim adım Ryan. Nereden geldiğimi...