Hissettiğim iğrenç, ıslak ve soğuk zeminin yatağım olmadığından emindim ama gözlerimi açacak gücü kendimde bulamıyordum. Dirseklerimi sabitleyip, yavaşça doğruldum. Şimdi gözlerimi açma sırasıydı.
"Sonunda," diye ciyakladı ince bir ses. "Sonunda! Baylar ve bayanlar! İkinci çömez uyanıyor!"
Gözlerimi açtığımda, demir parmaklıklar gördüğüm ilk şey oldu. Pekala, evdeki robotların havayı yararak süzülüşünü görmeyi beklemiyordum ama demir parmaklıkları da beklediğim söylenemezdi. Az önce ciyaklayan sesin sahibi olduğunu tahmin ettiğim kadın bana doğru yürüdü. İğrenç, bilgisayar yapımı saçlarını gördüğümde üstüme baktım. Lanet olası bir tayt ve üşümemin sebebi olan bir askılı giymiştim. Bir dakika. Bunları ben giymemiştim.
"Hadi ayağa kalk." dedi. Elini parmaklıkların arasından geçirerek bana uzattı. "
"Ben kalkabilirim." dedim tükürürcesine. Bu yapay insanlardan nefret ediyordum.
Elimi yere koyup, kalktığımda demir parmaklıklar bunu bekliyormuşçasına gıcırtılar çıkararak açıldı. İstemsizce, kendimi koruma içgüdüm sayesinde geri bir kaç adım atıp duvara yapıştım. Ve o an, kahkahaları duydum. Pekala, pekala. Aklıma yeni yeni oturan, uyku mahmurluğundan arınmamla kendime sorduğum soruydu. "Neredeyim ben?"
Kadın güldü. Ve ardından tekrar o kahkahalar. Kaynağını bulmak için parmaklıklara yürüyüp kafamı çıkardım. Balkonlar vardı, ama erişemeyeceğim kadar yüksekteydiler. Havada uçuyorlardı. Elimi duvara koydum, ne olur ne olmaz. Tek güvencemin duvar olması ne kadar ürkütücü bir düşünceydi, tanrım...
"Hadi artık, başlasın!" diye bağıran bir sesin ardından, slogana dönüşerek yayılan başla kelimesi kafamın içinde iki misli yankılanıyordu. Nereye düşmüştüm?
Kafamın içinde yankılanan seslerle, sendeledim. Yere yapışmadan önce kararan gözlerimle kısa boylu birinin (bir şey?) bana doğru geldiğini kestirebilmiştim, şükürler olsun. Sonunda biri bana açıklama yapacak. Elimi öne doğru atıp, tekrar ayağa kalktım.
"Ah, merhaba. Neredeyiz?" dedim, sakince.
Ve onun biri olmadığını anladım. Demek başarmışlardı.
Sinsice gülerek bana doğru geliyordu. Kaçacak yerim yoktu. Ölmeyi bekleyemezdim. "Hayır!" diye bağırdım, sesim taş zeminde yankılanıp tekrar bana döndü. Balkondaki yarı insan yaratıklar tekrar güldü.
Elindeki kılıcı önüme doğru attı ve geri çekildi. Geçmem için demir kapıyı işaret etti. "Bunun ne olduğunu öğrenme vakti geldi." diye mırıldandım kendi kendime. Kapıya doğru yürüdüm.
Bir mahzendeydik. Evet, tam olarak tanımlayabileceğim kelime buydu. Kapıdan çıkıp, bir kaç adım attım. Kafamı sağa çevirdiğimde mahzenin aynı demir parmaklıklarla devam ettiğini gördüm. Tek göremediğim şey, sonuydu.
Ve kafamı sola çevirdiğimde, sanki balkona doğru atlayacakmış gibi duran bir çocuğu gördüm. Yavaşça ona doğru yürüdüm. "Bakar mısın?"
Kızgın suratını bana doğru çevirip üstüme yürüdü. Boğazıma yapıştı.
"Bana hemen neler olduğunu anlat!" dedi sakin ama bir o kadar da ürkütücü bir sesle. Elimi, boğazımdaki parmaklarının üstüne koydum.
"Ben de bilmiyorum," dedim. Öksürdüm. "Bırak beni!"
Boğazımdaki parmaklarını gevşetip, koluma yapıştı. Kafasını balkona döndürüp, fısıldadı. "Kimsin ve neden buradasın?"
Ciyaklayan kadın hemen dibimizde biterek çocuğa cevap verdi. "Elise! Şimdilik müttefik olabileceğin bir düşman, tabi ölmezse."
"Ölmek mi?" dedim ifadesizce. Cidden burada ne dönüyordu böyle? Bu şakayı kim yapıyordu? Neden yapıyordu?
"Ah, size kendimi tanıtmayı unuttum küçük hanım ve genç bey. Ben sizin sonunuzum. Ee, neden sonunuzu getirmeye başlamıyoruz? Hadi elinizdeki kılıçları sıkıca tutun ve benimle gelin."
Gitmekten başka yapabileceğimiz hiçbir şey yoktu. Çocuğa döndüğümde, o da bana bakıyordu. Kafamla onayladım. Kolumu bırakmadan, yürümeye başladı. Canım acıyordu. Ama en azından bu ortamda hayatta olduğumu anlayabileceğim bir hisse sahip olmamı sağlamıştı. Mahzenin çatısı yoktu. Attığım her adımda önce çevreme, sonra yere bakıyordum. Siyah taş bir zemin vardı, duvarlar kısa ama tırmanılamayacak kadar tehlikeliydi. Bu ya bir eşek şakasıydı, ya da gerçekten sıçmıştık.
"Şimdi," dedi kadın bize doğru dönerek. "Elise ve beyefendi, bu görmüş olduğunuz yeri ölmeden geçin lütfen!"
Kafamı çocuğa doğru çevirdim. Kadına doğru hışımla yürüdü. "Ne yani, biz burda ölümden kurtulacağız ve şu balkondakiler bize bakıp orgazm mı olacak?" Balkondakiler tekrar kahkaha attı.
"Sanırım parçalanacağız," diye mırıldandım. Kafamı çevirip, kadının bahsettiği alana baktım. 3 dikey çizgi vardı. Her 3 dikey çizginin içinde 9 tane yatay çizgi vardı ve sadece üçü boştu. Geri kalan 6 tanede sibernetik organizmalar vardı.
"Amacımız ne? Sadece geçmek mi?" dedim kadına doğru.
"Gördüğün dikey çizgileri geçtiğinde, ölme şansın daha fazla artıyor. Evet, amacınız sadece geçmek." dedi ve elindeki ışınlanma cihazına basarak kayboldu. Ah, keşke daha önce farketseydim!
Çocuk daha nasıl olduğunu anlamadığım bir hızla koşup, cyborga kılıcını salladı. Sanırım ilk dikeyi geçmek için bir şansım vardı. Onların olduğu çizginin yanından geçerek gynoide farkettirmeden koşabilirdim. Koşmaya başladım. Cyborgun kolu sağ kulağımı sıyırdı ve kulağıma doğru akan sıcak sıvıyı hissettim. Kulağımı düşünecek vaktim yoktu. Hızla koşmaya devam ettim ve boş olan çizgiye atladım. Evet! Geçmiştim. Kılıcı kavrayıp koşmaya devam edecektim ki, üstüme bir şey atladı. Ne olduğunu göremeden çocuğun yanıma doğru koştuğunu farkettim. Kılıcı elimde çevirebilirsem, yardım etme şansı vardı. Tek hamle. Yaklaşık 10 saniyem vardı. Gözümü kapattım ve tüm beynimi elime odakladım. Balkondakiler alkışlamaya başladı. Sanırım bugün şansım vardı. Hadi ama, yoktu.
Çocuğun bana uzattığı elini tuttum, üstümdeki şeye tekme atıp savurdu. Yerden destek alıp koşmaya başladım. "Teşekkürler." dedim duyabileceği bir şekilde.
"Bunu senin için yapmadım. İleride lazım olursun diye düşündüğümden yaptım." Nefes nefeseydi. Geri dönüp, az önce neyden kurtulduğuma baktım. Metal köpek. Bundan evimde de bir tane vardı, tabi en azından öldürmeye programlanmamış bir tane.
"En zor bölüm. Beni dinle. Gynoidler daha zararlı, sen cyborga koş. Ben gynoide kılıcımı fırlatacağım. Cyborgun çizgisine girme. Bağırdığımda dön, beraber boşluğa gideceğiz." Kafamla onayladım. Sıktığı bileğimi bıraktı ve gynoide koştu. İzleyecek zamanım olsaydı eğer, yaptığı hamleleri tek tek kafama kaydederdim. Ben daha bir cylon köpekten kurtulamazken, cyborgu devre dışı bırakmıştı.
Koşmaya başladım. Cyborg adımlarımı izliyordu. "Elise!"
Cyborgun çizgisine yaklaşık 50 cm kala yönümü değiştirip boşluğa doğru koşmaya başladım. Tabi, ikimiz de cyborgun beni tutup kendi çizgisine çekeceğini düşünmemiştik. Attığım çığlıkla beraber yere düştüm. Çok iyi bir hayatım olmamıştı kabul ediyorum ama burada ölemezdim. Ölmemeliydim.
Yerde yuvarlandım. Boşluğa düşürdüğüm kılıcı kavramam gerekiyordu. Bu sefer yardım bekleyecek bir durumda değildim. Bana koşması en az 2 dakikasını alırdı. Yuvarlanmaya devam edip diğer boşluğa yaklaştım. Kulağımdan akan kan, yuvarlanmamla beraber göz kapağıma doğru yol almıştı. Ters yöne doğru koşmaya başladım. Arkamdan gelen metalik adımları duyabiliyordum. Tamam. Madem bugün şanssız günümdeyim, o zaman şansımı kendim yaratacaktım. Dönüp yere atıldım. Islak zemin bu sefer işime yarayacaktı. Cyborgun yanından kaydım. Aptal metal kafası yaptığım hamleyi algılayana kadar arkasında ayakta dikiliyordum. Kılıcı devrelerine sokup, tekme attım. Alkışlandım. Eh, belki de biraz şansım vardır. Boşluğa doğru koşmaya başladım. Gynoidin algılayıcısının tam üstünde bir kılıç duruyordu. Çocuk yoktu. Çevremde döndüm.
Göz göze geldik. Yanıma koşup, kolumu kavradı. "Kaybettiğimiz her saniye ölüme yaklaşıyoruz."
ŞİMDİ OKUDUĞUN
MAHZENİN İÇİNDEKİLER
Science FictionYıl 2032. Hayatınızın en güzel döneminde, 17 yaşındasınız. Kendinizi uyandığınızda, mahzende buluyorsunuz. Tanımadığınız birine güvenmek zorunda kalıyorsunuz, ölümden kurtuluyorsunuz. Kafanızı kaldırdığınızda, sizin başarısızlıklarınızdan zevk duyan...