Kurgu, gerçek hayattaki kişilerle ya da kurumlarla bir ilgisi olmayıp sadece hayal ürünüdür.
*
*
*BEYAZ BASTON
"Ne yani, hiç mi?"
Küçük çocuğun canı acıdı. Çünkü cevap belliydi. Beyaz sargılar altındaki bedeninin etrafındaki insan topluluğunda onunla tek benzeyen uzun boylu dev adamlardı ve onlar sert sesleriyle gözlerinde yaşlar eksik olmayan kadına acı gerçeği tekrar yineledi.
"Hiç, Esra Hanım. Ne yazık ki."
Genç kadın, yani başındaki yavrusunun ipekten farksız saçlarını okşadı, daha fazla ağladı. Çehresindeki kırışıklıklar ona güzellik katarken bu sefer onu acıyla yoğuruyordu. Tanrı'm bağırmak ve hesap sormak istiyordu, vücudu bir annenin öfkesiyle titriyordu, yavrusunun küçük bedeninin kaldıramayacağı yükü neden ona vermek gibi bir canilik yaptığını sormak istiyordu. Küçük çocuk ise sadece onun için hafifçe doğrultulmuş yatağında annesinin hıçkırıklarını dinliyordu. Ellerinde büzüşen beyaz çarşafı annesinin hıçkırıklarıyla sıkmaya ve daha da büzüştürmeye devam ediyordu.
"Benim... Benimkileri vereyim, olmaz mi öyle," deyiverdi son bir umutla. Kanatları altındaki evladını korumak için son bir kez daha direndi fakat nafileydi. Hayat denilen acımasız tartı bu sefer de onlar için kederi uygun görmüştü.
"Maalesef Esra Hanım. Ertuğ'nun ne yazık ki görme yetisi yüzde doksan oranında kayıp yaşadı. Yapılacak tek şey şuan ki durumu en iyi hale getirmek," dedi acımasız profesör. Kadının bu ağır gerçeklerle sarsılması umrunda görünmüyordu, omzundan sarkan steteskopun yansımasında görünen gözyaşları ile defalarca karşılaşmış olmasının verdiği ketumluktu bu.
Aynı acılar, farklı hayatlar.
Lakin gözyaşları aynıydı. Gözyaşları her daim acıya dökülürdü.
Genç kadın, oğlunu taburcu olduğu gibi tek odalı evlerine götürdü. Ne iyi ne kötü bir evdi, mutfakla salonları birleşikti, daima salonda harika kokular yayılırdı fakat bugün eve Ertuğ'un en sevdiği yemeği, hamburger söylenmişti. Tavuk menünün içindeki patatesleri annesi güzelce oğlunun önüne yerleştirdi ve kenara ketçap paketini açtı. Ertuğ ise sadece annesini dinliyordu. Gözlerini kapatan sargıyı hissetmekten başka tek yaptığı şey gözlerinin önündeki karanlıktı. Onun için bir asır kadar süren bu karanlık perde onun hayatında aralanmayacak tek perde olacağı gerçeğini ise henüz annesi ona anlatmamıştı.
Anlatamamıştı.
"Anneciğim," dedi Ertuğ, ve ağzındaki patatesi çiğnemeye devam etti. "Sahiden benim gözlerimi ne zaman açacağız? Sürprizimi bana ne zaman getireceksin?" diye sordu. Fakat bu sefer Ertuğ'un her zamanki gülümsesi yüzünde yer almamıştı. Üstündeki mavi tulumun içindeki sarı beyaz çizgili kısa kollu üstünün yakaları açılmıştı, bir düğmesi kayıptı, annesi dikecekti fakat bir türlü zaman bulunamamıştı.
Esra derin bir nefes verdi ve elinde tuttuğu hamburgeri oğlunun ağzına yaklaştırdı. "Aç bakalım ağzını bebeğim, lokman önünde," dedi sesini neşeli tutmaya çalışarak. Onlar her zaman gülümserlerdi, bu evde somurtkan olana ceza vardı.
"Sana," dedi ve burnunu çekti, dolan gözleri henüz onun farkındalığı altında değillerdi, bunun verdiği özgürlükle masanın üzerindeki ıslak mendil paketine düştüler. "hayatın boyunca kullanacağın bir hediye aldım," diyerek tamamladı cümlesini. İçine çektiği her nefeste daha fazla kahroluyordu, Ertuğ ise annesinin neden sürekli ağladığını anlamaya çalışıyordu. Sormak istiyordu fakat annesinin hıçkırıkları, iç çekişleri ve saklamaya çalıştığı yaşları onun küçük dudaklarına fermuar olmuştu.
"Gözlerimi ne zaman açacağım peki?" diye sordu bu sefer. Sesindeki umut kırıntısı patatesleri boynunu bükecek kadar güçlüydü fakat ellerine tutuşturulan uzun nesne kadar ağır olamayacaktı.
"Burada bir tanem," dedi annesi. Elindeki onun boyuna uygun, uzun bir baston tutturdu küçük ellerine. Bastonun yere değen kısmında küçük bir şişkinlik vardı, Ertuğ bunu avucunda hissederken başını kaldırdı. Esra ise daha da fazla hıçkırdı, Ertuğ'un ona bakmayan başını baktığını hissetsin diye çevirmedi, yüzünün karşısına geçti ve eğildi.
"Bununla ne yapacağım?"
Esra burnunu çekti, omuzlarını dikleştirdi. Derin bir nefesle, "Onunla yürüyeceksin," dedi.
Ertuğ ise anlamamıştı. Bu beyaz bastonla neden yürümek isteyecekti ki? Annesi neden ona bu bastonla yürümesini söylüyordu?
"Anlamadım, anne. Ne demek istiyorsun?"
Esra, oğlunun dalgalı siyah saçlarını okşadı. "Bu baston artık senin en iyi arkadaşın. Bundan sonra hiç ayrılmayacaksınız." Yanaklarını bu cümlesinin sonunda öptü ve doktorların sargıyı değiştirmek için yavaşça açmaya başladı. Ertuğ ise dudaklarını birbirine bastırmış bekliyordu, annesinin ince parmaklarını hissederken istemeden de olsa gülümsüyordu. Sargıyı açan Esra ise oğlunun gözlerinin çevresine yavaşça krem sürmeye başlamıştı.
"Açayım mı gözlerimi?"
"Açma, gözlerin acır," dedi Esra.
"Ama seni görmek istiyorum, anne. Çok sıkıldım bu karanlıktan. Uyumuyorum ki gözlerimi kapalı tutayım..." diye mızmızlandı ve birden gözlerini açtı.
Esra bir şey söylemeden oğlunu izliyordu. Vereceği tepkiden fazlasıyla korkuyordu. Kavisli küçük burnunun ucu kızarmış, dudakları ise ona eşlik edercesine bükülmüştü. Ona bakan irisler yerinde yoktu, çakmak bakan koyu topraklar ise artık yerini bir et parçasına bırakmıştı.
"Anne," dedi.
"Annem," dedi genç kadın.
"Seni göremiyorum."
"Biliyorum," dedi genç kadın.
"Ne zaman göreceğim seni?"
Genç kadın sustu. Konuşmak istedi, Ertuğ'a onu gülümsetecek tedaviler sunmak istedi, ona sarılmak ve bir hastane randevusu aldığından, kısa süre içinde tekrar görebileceğini söylemek istedi. Ama yapamadı. Hayat onlara böyle bir şans veremeyecek kadar onlara kızgındı. Tanrı ise hayatın zincirlerini görmezden gelerek küçük bir çocuğun gözlerine prangalar takmıştı artık.
●•●
ŞİMDİ OKUDUĞUN
BEYAZ BASTON
RomanceÖylece durdum ve ona baktım. Elindeki uzun bastonu sıkıca tutmuş, öylece dikiliyordu. Gözlerindeki siyah gözlüklerin ardındaki uzun kiprikleri birbiri üzerine mühürlenmişti. Ben renklere bu kadar kör iken, o nasıl olur benden daha renkli olabilirdi...