Hızlıca kendimden bahsedeyim…
Ben Bakır. Bu tabii ki gerçek ismim değil, bu arkadaşlarımın bana takmış olduğu bir lakap.
Neyse kendimden bahsetmeye devam edeyim…
Ben 18 yaşındayım. Ailemi daha yeni bir trafik kazasında kaybettim. Yaşadığım bu hüzünlü olaydan sonra, zaten kalmam için hazırlanmış olan evime gitmiş; orada yaşamaya başlamıştım. İlk gecemde bir günlük almış, ona sayfalarca yazı yazmıştım." Sevgili Günlük,
Böyle başlamayı aslında sevmem, çünkü benim sevgilim bir kağıttan ibaret olamaz ve bir kelime, benim sevgimi anlatamaz ama şimdi sana yazmaya, içimi dökmeye ihtiyacım var.
Bugün ailemi kaybettim; annemi ve babamı.
Bir araba, bir korna sesi ve 'BAMMM!!'
O sesi babamın telefonundan duyduğumda, beynimde ve vücudumda uyuşmalar hissettim. Kendimi nasıl toparladığımı bilmiyorum ama evden apar topar çıkıp, çığlıklar ata ata ağlarken, bir taksiyle annemle babamın kaza yaptığı görünen konuma gittim.
Taksiden indiğimde arabamızı gördüm. Önü paramparça, kapıları kırık ve sıkışmış, camları kırık. Ayaklarım tutmazken, gittim arabamızın yanına. Gözlerimi kapatıp, başta sadece seslendim ‘ANNE! BABA!’ sesim titremesin diye sıktım kendimi. Yine de titremişti. Ses gelmediğinde, gözlerimi açıp baktım anneme ve babama. Yüzleri parçalanmış, tanınmaz halde kanlar içinde.
Onları o halde görmeye dayanamamış olacağım ki, gözlerimi ikinci kez açtığımda hastane odasındaydım. Kolumda serum, başım dönüyordu. Gördüğüm ilk hemşireye ' Annem nerde? Ya babam? Neredeler?' diye sormuşum. Hemşire bana cevap vermeden çıkmış odadan. Ben de peşinden çıkmışım. Morga, annemle babama gitmişim?! Orada onları gördüğümde neler hissettiğimi bilmiyorum, oradan nasıl çıktım?! anne babamı nasıl yıkayıp, gömdüm?! Oralar bende zaten yok.
Şimdi bir karar verdim; babamın vasiyetini yapacağım. Bir kursa gidip, dövüş öğrenip, Asker olacağım. Güçlü biri olacağım, kimseye boyun eğmeden, kendi başıma yaşayacağım. “17 Aralık 2023 – Olayların başlangıcı
Annemle babamın gidişinin 13.günü. İkisini de öyle çok özledim ki…
Ama ikisini de göremeyeceğim, sadece anılarımda yaşayacaklarını o kadar iyi biliyorum ki.
Tatillerde hep burada kalırdık. O yüzden burada da çok anımız vardı. Peki ya burada olsalardı? Ahhh…
Büyük ihtimalle, annem sabah hepimizden erken kalkmış; önlüğünü giymiş, kısık sesli bir Katy Perry şarkısı açmış, saçlarını topuz yapmış şekilde, babamla bana kahvaltı hazırlıyor olurdu.
Babam iş için hazırlanmış, kravatını bağlamış, en güzel kokusunu kıyafetinin yaka ve bilek kısımlarına sıkmış, saçlarını jilet gibi taramış, ceketini giymiş, odama gelip saçlarımı öperek beni uyandırmak için güzel sözlerini kulağıma fısıldıyor olurdu. Bense babamla 5 dakika kavgamı yapıyor olurdum, uykuyu çok sevdiğimi bildiğinden kıyamaz 'sadece 5 dakikan var, küçük hanım.' der, odamdan çıkar, annemin yanına gider, arkasından sarılıp yanağını öperek, aradan salatalık aşırır, annemle şakalaşıp kahvaltı masasını kurmasına yardım ederdi.
Şimdi ne sesler, ne gülüşler, ne de annemle babamın şen halleri var evde. Onlar yoklar diye mi bilmem ama sanki ev bile üzgün, ev bile yasta. Düşüncelerim ve yoklukları, uyutmamıştı tüm gece beni. Gözlerim bir gram uykuya hasret şekilde kalktım yataktan. Banyoya gittim. Işığı açıp içeri girdim. Saçlarımı topladım. Yüzümü yıkadım. Tuvaletten çıkıp, mutfağa uğramadan odama geri döndüm. Okul formalarını giyip hazırlandım. Üniversite için hazırlık yaptığımdan, çantama test kitaplarımı koydum. -o gün çalışacağım konuya uygun testleri kopartarak- .Askılıkta asılı, deri, uzun, belden bağlamalı ceketimi giydim üstüme. Başıma – babamın, ben çok istediğim için almış ama kendi elleriyle verememiş olduğu- Kedi kulaklı, siyah, sadece göz kısmı açık olan Puffy kar maskesini taktım.
Bir heves babama gösterdiğim günü hatırlıyorum. 'Güzel kızıma da nasıl yakışır bu.' diyerek doğum günümde alma sözü vermişti. Boynuna atlayıp sarıldığımda, saçlarımı öpüşü gitmiyor aklımdan... Annemin ellerim üşümesin diye aldığı parmaksız kolluklarımı da takıp, çantamı sırtıma taktım.
Evden 15 dakika uzaklıktaki okulun yolunu yürümek, insana yük olur muydu hiç? Bana oluyordu. Çünkü bedenim yeteri kadar beslenmediğim ve uyumadığımdan dolayı bitkindi. Ayakta kaldığına şükrediyordum. Okulun bahçesinde öğretmenlerin arabaları, banklarda oturan öğrenciler, top oynayanlar ve onların arasında gözlerine kestirdiklerini izleyen kızlar, sessiz sakin takılanlar, müzik dinleyenler, sınıfa çıkıp çantasını bırakıp inenler ve onlar takmasa da, onları sıraya sokmaya çalışan okul öğretmenleri.
Okula her girdiğimde bu görüntü bana komik gelirdi ve dudaklarımda minik bir tebessüm belirirdi. Bu sefer o kadar belli belirsizdi ki, uzun süre gülüp gülmediğimi anlamaya çalıştım. Müdürün elinde mikrofon, üstünde koca göbeğinin fırlayacak gibi göründüğü mavi gömlek, altında gri pantolon ve eskiden giyilen uzun burunlu ayakkabılarla, bize yukarıdan bakışı ve bağırışı, ortama birkaç saniyelik bir sessizlik çöktürse de, bu kısa süren sessizlik yerini fısıldamalara bırakmıştı bile. Müdürün konuşması boyunca gizli gizli konuşmalar hiç hız kesmemişti. Ama al bayrak göklere yükselip, arkadan müziğiyle istiklal marşımız çalmaya başladığında, konuşma sesleri kesildi. Herkes pür dikkat bayrağa gözlerini dikti, milim kıpırdamadan, herkes gür sesle İstiklal Marşı’nı tek bedende toplanan, binlerce ruh gibi söylemeye başladı. Marşın sonuna, müdürün 'rahat!' dediği duyulana kadar kimse kıpırdamadı, gözler al bayraktan bir saniye ayrılmadı. Müdürün rahat demesiyle, herkes sınıf sırasına göre içeri girmek için yürümeye başladı. O sırada yeniden konuşmalar, gülüşüp şakalaşmalar kaldığı yerden devam etmişti. Bu yeni yerde tek başıma ne yapacağımı bilmiyordum, düşünmek dahi istemiyordum. Boş olan sıralardan birine geçmiş, çantamı sandalyenin yaslanma kısmına asmış, başımı sıraya yaslayarak gözlerimi kapatmıştım. Kısa süre sonra çalan zilin sesi, tüm okulda duyulduğunda, sınıf da dolmaya başlamıştı. Başımı uyuyakalmamak adına kaldırıp, kendimi dinç tutmak için gerinmiştim. Hoca gelene kadar sınıfın içindeki insanları incelemiştim.
Kafamda dikilen, saçları kömür karası, gözleri elaya çalan yeşil, şirin yüzünde çillerle bana gülümseyen kızla göz göze geldiğimde, ona karşılık olarak gülümsedim. ‘Merhaba, burası benim sıram. Oturabilir miyim? 'dedi sanki benden izin alması gerekiyormuş ama çekiniyormuş gibi. Sesi çok tatlıydı. Bu tebessüm etmeme neden olurken ‘Neden bana soruyorsun ki?! Sıra senin değil mi? Öyle demiştin. Benim izin almam lazım asıl.’ Dediğimde, ellerini göğsüne doğru kaldırıp iki yana salladı. ‘Hayır, hayır. Zaten sıra arkadaşım yoktu. Oturduğun için mutlu oldum.’ Yüzü hafif düşerken, buruk bir tebessüm oluştu dudaklarında. ‘Aslında... Kimse istemez benim yanımda oturmak. Garip diyorlar bana. Senin buraya oturduğunu görünce işte, heyecanlandım ben.’ Gülümsedim. Elimle sırayı işaret ettim. ‘ Eee, ne dikiliyorsun o zaman? Otursana hadi.’ deyip, yüzü aydınlanarak yanıma oturuşunu izledim. Cidden şirindi. Yanıma oturur oturmaz, başımdaki kar maskesini kulaklarına dokundu, gözlerini kapattı, gülümsedi. ‘Ama ama, bu çok yumuşak!’ dedi yumuşağın 'a' sını olabildiğince uzatarak. Bu şirin hallerine ve gözlerine dayanamamış, başlığı kafamdan çıkarıp ona uzatmıştım. Tabii ki 'al senin olsun' diyemezdim babamın son hediyesi olduğu için, ama bir kez takmasına izin verebilirdim. ‘Bugün çıkışa kadar sen takabilirsin.’ dediğimde boynuma atlayıp sarıldı. Sonra çekilip, şaşkın şaşkın gözlerime bakmaya başladı, ne olduğunu düşünürken ‘Oha!’ diye bir nida çıktı dudaklarının arasından. ‘Saçlarının gerçek rengi mi bu?’ O anda anladım, saçlarımın bakır turuncusu olmasına şaşırmıştı. Bu tepkiye kıkırdadım ve başımı hafifçe salladım. ‘Evet, saçlarımın kendi rengi.’ Sanki değerli ve parıl parıl parlayan bir şeye bakıyor gibi gözleri kocaman olmuş, hayranlıkla saçlarımı izliyordu. ‘Dokunabilir miyim?’ dediğinde, başımla onayladım. Ellerini saçlarıma daldırıp, saçlarımı okşadı.
O sırada sınıfa giren hoca ile tüm sınıf ayağa kalktık. Hoca yerlerimize oturmamız söyledikten sonra boğazını temizledi. ‘Gençler! Bugün basketbol takımımızın turnuvası başlıyor. Bildiğiniz üzere diğer okullardan öğrenciler ile yapılacak bu turnuva. Bu yüzden arkadaşlarınızı desteklemek için maç günlerinde biz de onlarla beraber gideceğiz.’ Bütün sınıfta alkış, tezahürat ve ıslık sesleri yükselirken, ben kulaklarımı kapatmış, bu şamatanın bitmesini sabırla beklemiştim. En son sesler azaldığında kulaklarımı açtım ve kimse - yanımda oturan, adının Mine olduğunu öğrendiğim kız hariç - fark etmeden tekrar hocayı dinlemeye başladım. Hoca derse geçmiş, kitapta kaldığımız yerden okutuyor, önemli kısımları çizdirirken, o kısımlar hakkında detay veriyor, yanlarına küçük küçük notlar aldırıyordu.
40 dakikalık dersin bittiğini işaret eden zille, sınıfta tek tük birkaç kişi kalana kadar sınıf boşalmış, herkes ya bahçeye, ya da diğer sınıflardaki arkadaşlarını görmeye çıkmıştı. Bende Mine'nin yoğun ısrarı üzerine kahve ve çikolata almaya kantine onunla beraber inmiştim. Yüzünde babamın hediyesi ile çok şeker duruyordu. Babamın aldığı ikinci maskeyi ona hediye etmeyi düşündüm. Yarın okula gelirken getirecektim. Kahve ve çikolatalarımızı aldıktan sonra gülüp konuşarak sınıfa çıktık. O sırada bizim sınıftakiler, bir sonraki derste basket maçını izlemeye gideceğimiz için, heyecanla maçtan söz ediyorlardı. Sıramıza oturduğumuzda Mine bana dönüp ‘Basket takımı, geçen yıl bu turnuvaları birincilikle bitirmişti, umarım bu sene de öyle olur.’ dedi. Çok heyecanlı olmasam da, başımı salladım ve dediklerini onaylar şekilde mırıldanma sesleri çıkarttım.
Bir ders daha, yarı kaynatma, yarı işlemeyle bittiğinde, tüm sınıfça eşyalarımızı çantalarımıza koyup hazırlandık. Mine elindeki babamın hediyesini bana uzattı. ‘Dışarı çıkacağız. Hava soğuk. O yüzden geri al. Ben kendi atkı ve beremi takacağım.’ Elime alıp, kafama geçirerek saçlarımı sakladım. Mine ile halime gülerken, çıkışa yürüyorduk.
Bizim için gelen otobüse binip, en arkalardaki ikili koltuklardan birine kurulduk. Yine konuşa konuşa, müzikler açıp eğlenerek, turnuvanın yapılacağı spor salonuna geldik. Herkes sırayla otobüsten iniyor, spor salonunun tribün kısmına geçiyordu. Bizde geçip oturduk.
Maçın başlaması için, iki takım da aynı anda sahaya çıktı. Kaptanlar ve diğer oyuncular, karşılıklı gelecek şekilde dizildiler. Selamlaştılar. Para atımıyla, pota ve başlayacak takım belirlendi. Hakemin düdüğü ile maç başladı. Maçın her dakikasında tribünlerden tezahüratlar, çığlıklar, küfürler ve ıslıklar yükselmeye başlamıştı. İlerleyen dakikalarda küfürler daha çok artmış, fauller yapılmaya başlanmıştı. Takımımızdaki çoğu kişinin yapılan faullerin, sayılmamasından dolayı isyan etmeleri, bizim de moralimizi bozuyordu. İkinci yarıda, bizim okulun hakemi, sahayı kontrol ediyordu. Maçın ikinci yarısı daha adaletliydi. Bu defa fauller sayılıyordu. Maçın bitmesine son 4 dakika kalmıştı ve durum berabereydi. Top diğer takımın oyuncusunda gibi görünse de saniyeler içinde top ellerinden kaydı ve postayla birleşti. Bizim tribün ayaklanıp bağırırken, kulaklarımı kapatıp, sevinen takımı ve tribünleri izliyordum. Mine ise yanımda zıplıyordu.Basket maçı bittikten sonra, geldiğimiz otobüsle okula dönmüş, okuldan evlere dağılmıştık. Mine'nin de bizim eve yakın oturduğunu öğrendiğimde, onunla beraber eve dönmüştüm. Evden içeri girdiğimde, annemin manolyalı parfümünün kokusu geldi anında burnuma, derince bir nefes çekip doldurdum ciğerlerimi. Dolan gözlerimle odama geçtim, bir iki saat ödevlerimi yaptıktan sonra, telefonumdan Mine'nin numarasına mesaj attım. Maç hakkında konuştuk, - kaptan olan çocuğu çok beğendiğini yarım saat dinledikten sonra. Telefonu kenara bıraktım, okulda olanları günlüğüme yazıp, yattım ve uyudum.
~ ve işte ilk bölümün sonu, bakalım daha sonrasında neler olacak? ~
ŞİMDİ OKUDUĞUN
DUYULMAYAN FISILTILAR
Ficção Adolescente18 yaşındaki 'Bakır' ın anne babasını kaybetmesinden sonra, babasının vasiyeti olan dövüş öğrenmesi ve asker olması hayalini gerçekleştirmek adına, lise son sınıftaki çalışmaları