ÇALINAN HEYKEL
Bir adam gecenin tüm sessizliğinde bir aşağı bir yukarı gidiyor, gergin oluşunu bütün bedenine yansıtmaktan geri kalmıyordu. Kocaman eğri kıvrımlı fötr şapkasını indirdi ve eliyle alnındaki terleri sildi. O şapkasını çıkardığında geniş yüzü, şevron bıyıkları ve şakağından çenesine kadar olan yara izi ortaya çıkmıştı. Şapkasını geri takarken diğer elinde ki sigarasını tüttürdü. Tam biten sigarasını yere atarken tiz yetişkin bir erkek sesi duydu. "Çok beklettim mi Bongrulos?" diye seslendi erkek sesi.
Bongrulos arkasına dönüp adama baktı. Huysuzlanarak boğazından gelen bir hırıltı çıkardı. "Ne bekletmesi? Yok canım hiç bekletmedin sefil herif."
Adam alaylı alaylı sırıttı. "Hemen sinirlerini bozma." Bongrulos acele acele cevap verdi. "Tamam bırak şimdi bunları. Hava yeterince soğuk. Söyler misin bizim iş ne oldu Mour?"
"Adamları düzgünce ayarladım. Sarayın mahzeninden içeri girme işi bizi epey zorladı. Ama heykelin bulunduğu sergi salonuna ulaşmayı başardık. Biraz gürültü çıksa da kimse gelmedi. Heykeli aldık ve gemiye yükledik. Bütün adamlar bizi bekliyor."
Bongrulos'un yüzünde hain bir sırıtış belirdi. "Harika, bakalım Kraliçe Wilhelmina ve dük yarın sergiye açacakları heykeli yerinde bulamayınca ne hale girecekler?" Karanlık ve sisli sokakta iki adamın kahkahaları yankılandı. Bu gece büyük bir olayın başlangıcı için küçük adımlar atılıyordu.
İki ortak vakit kaybetmeden limana yürüdüler. Oraya vardıklarında saat biri geçiyordu. Bütün adamlarıyla birlikte gemiye bindiler. Heykel ise bir köşede öylece duruyordu.
Sabah olduğunda Het Loo sarayında gün başlamış, kraliyet ailesinin köşkünde hareketlenmeler ortaya çıkmıştı. Kraliçe, dük ve çocukları Juliana kahvaltıdan sonra dağıldılar. Juliana avluya çıkarken kraliçe ile dük sergi salonunun yolunu tutmuşlardı. Oraya gittiklerinde gördükleri manzara şok edici cinstendi.
Yıllardır sarayın sergi salonunda bulunan heykel yoktu! Yerinde yeller esiyordu. Heykelin bulundurulduğu camekân kırılmıştı. Bu salonda bir şeylerin olduğunu gösteriyordu. Kraliçe sinir krizleri geçirerek lanetler okumaya başladı. Hızla merdivenleri çıkıp odasına kapanan kraliçenin arkasından dük Henry derin düşüncelere dalmıştı. Eşinin aksine soğukkanlı olması gerektiğini hissediyordu. Hollanda'nın gizli tarihinde inançsal bir sembol olarak bu heykel gerçekten kıymetliydi. Tam da sergiye açılacağı gün çalınması felaket gibiydi.
Dük Henry yapılabilecek en mantıklı şeyin dedektif çağırmak olduğunu düşünmüş, adamlarına birini bulmaları için emir vermişti.
Tamda bu sıralarda Hollanda'nın başka bir köşesinde ünlü bir dedektiflik bürosunun dördüncü katında gürültü patırtı sesleri yükseliyordu. Burası dedektif Duprench'in ofisiydi. Bütün oda da tırım tırım bir şey arıyor, bakmadığı delik bırakmıyordu. Masada ki her şeyi yerlere atıyor, defalarca aynı yerlere bakıp duruyordu. Ona yardımcı olmaktan yorulan asistan Nico kendini kanepeye attı. "Ofisinizde olduğundan emin misiniz Bay Duprench? Belki de evinizde bıraktınız."
"Tabii ki eminim Nico. Neyi nereye koyduğumu da bilemeyecek değilim." Duprench lafını bitirir bitirmez yerdeki bir dosyaya basarak paldır küldür düşmekten kurtulamadı. O düştüğünde siyah ceketinin cebinden ince, altın kapaklı bir kalem ortaya çıktı. Dedektifin cebinden düşen kalemi yerden almak için ayağa kalktı Nico. "Ah şu işe bakın dedektif," Gülerek yerden aldığı kalemi gösterdi. "Bunca zaman cebinizdeymiş. Değerli kaleminizi de bulduğunuza göre uyuşturucu kaçakçılığı işine dönebiliriz."
Dedektif yerden doğrulurken sersemlemiş bakışlarını Nico'ya sabitledi. Şüpheci tavırlarıyla kalemi Nico'nun elinden çekip incelemeye başladı. "Hayır bu o değil. Çok benzeri ama değil."
O söylenedururken masanın üzerinde ki telefon çalmaya başladı. Nico masaya doğru birkaç adım attı. Ahizeyi kaldırıp kulağına götürdü. "Alo?" Telefonun karşısında ki kişiyi bir süre dinledikten sonra hala yerde söylenen dedektife döndü. "Dedektif, bakar mısınız acaba? Size bir telefon var." Duprench onu duymuyor gibiydi. Nico devam etti. "Dedektif! Lütfen bakın, size telefon var!" Onun bağırması dedektifi kendine getirdi. Nico'ya merakla baktı ve doğrulup yerden kalktı. Üstünü şöyle bir silkip düzelttikten sonra sağlam adımlarla masaya doğru yürüdü. Nico'nun elinden telefonu çektiği gibi lafa başladı.
"Evet ben dedektif Raoul Duprench... Het Loo sarayına mı?... Hırsızlık mı?... Beni mi çağırıyorlar?... Pekala hemen geliyorum." Ahizeyi indirip telefonu kapattı. Askıda asılı duran şapkasını başına geçirip ellerini cebine soktu. Kapıdan çıkmadan Nico'ya seslendi. "Hadi Nico iş zamanı."
Nico dedektifin peşi sıra ok gibi fırladı. Duprench'e yetiştiğinde yürürken sordu. "Ne işi dedektif?"
"Het Loo sarayında bir hırsızlık olmuş. Bununla ilgilenmek için gidiyoruz." Nico şaşırarak kaşlarını çattı. "Het Loo sarayında mı? Peki ya uyuşturucu çetesi ne olacak?"
"Onunla sonra ilgileniriz. Emir saraydan geldi, yapabilecek bir şey var mı?" Nico hayır der gibi başını sağa sola salladı. Duprench adımlarını hızlandırırken karşılık verdi. "Bende öyle sanıyordum."
ŞİMDİ OKUDUĞUN
Cesur Nico: Kakodiavor'un Laneti
AvventuraDedektif Duprench'in asistanı olan Nico'nun Hollanda'dan, Afrika'dan, Arabistan'dan, Amerika'dan ve daha pek çok yerden heyecan dolu maceraları. Nico arkadaşları dedektif Duprench, kaptan Hartman ve Sander ile aksiyon dolu maceralara atılıyor.