Sen Koşmana Devam Et!

315 27 2
                                    

İnsanlar Allah'a (cellecelâluhu) yürekten inanıp asıl mükâfatın O'nun (cellecelâluhu) tarafından verileceğine inanınca dünyaya ait hiçbir şeye değer vermezler.

***

İstanbul'un o lüks şatafatlı görüntüsünün arkasında kalan hiç kimsenin bilmediği yerler vardır. İstanbul'un görünmeyen yüzüdür buralar. İşte o görünmeyen tenha semtlerden birisinde bir gece konduda memur bir baba, ev hanımı bir anne ve dört çocuk yaşamaktadır.

O çocuklardan en küçüğü Süleyman, Marmara Üniversitesi Edebiyat Bölümü'nü bitirmiştir ve mezun olur. Süleyman, öğretmen olmuştur. Onun öğretmen olması ailesine de büyük bir mutluluk verir. Annesi gurur duyar oğluyla, oğlum öğretmen oldu diye iftihar eder.

Süleyman'ın mezun olduğu bu yıllarda bir kapı açılmıştır dünyaya, Anadolu'nun yiğit delikanlıları bir sevda uğruna yollara düşmeye başlamış bir 'Selam' yürüyüşüyle dağılmışlardır dünyanın dört bir yanına. Süleyman'da gönlünü bu sevdaya kaptıran o yiğitlerdendir. Bu yolda bende varım! demiştir tereddüt etmeden.

Onun bahtının haritasında Bangladeş görülür. Güney Asya'nın bir ülkesi olan Bangladeş.

Süleyman 1996 yılının Ağustos ayında bu sevda uğruna yollara düşer ve Bangladeş'e gider.

Bangladeş sıcaktır. Ağustos ayının kavurucu sıcağında gelmiştir Süleyman Bangladeş'e. Uçaktan iner inmez vurur yüzüne bu sıcak hava. Havadaki aşırı nemden nefes almakta bile zorlanır, o yanık hava dolar ciğerlerine. Havaalanında ilk olarak etraftaki dilenciler dikkatini çeker. Bundo! bundo! diye sesleniyorlardır etraftakilere. Onlara bakınca içi sızlar Süleyman'ın acır onların bu haline.

Orada bir Türk okulunun olmadığını duyar ve üzülür buna. Nasıl üzülmesin ki birçok yabancı okul vardır orada ama bir Türk Okulu yoktur. İçi sızlar, çok geç kalmışız der kendi kendine.

Bir bina tutarlar orada arkadaşlarıyla birlikte, okul açmak için. Hazırlıklar için kolları sıvayıp başlarlar,o büyük hedeflerini gerçekleştirip okul açmak için. Ama ne yazık ki eşyalar Türkiye'den geç gelirve okulun açılışını kayıt dönemine yetiştiremezler.

Eşyalar geldiğinde büyük bir heyecanla okullarını açarlar. Açarlar açmasına ama gele gele tek bir öğrenci gelir okullarına, hiçbir okula kabul edilmemiş bir öğrenci. Babası çocuğu hiçbir okula kaydettiremediği için son çare olarak Süleymanlar'ın okullarına getirir.

Kayıt için gelen bu bir çocuk bile onları mutlu etmeye yetmiştir. Bir öğrenciyle başlarlar oradaki hizmetlerine.

Bu çocuğun babası çocuğundaki değişimi, güzelliği fark ettikçe çevresine anlatmaya başlar okulu ve Süleyman gibi diğer fedakar öğretmenleri. O veli anlattıkça artmaya başlar öğrenci sayısı ve altı öğrenciye çıkar okulun mevcudu. Bu altı sayısı ne kadar az olsada Süleyman Öğretmen ve arkadaşlarını çok mutlu eder dünyalar onların olmuştur.

Okullarına öğrenci bulabilmek için çalışmaya devam ederler. Köylere giderler, öğrenci bulabilmek için.

Süleyman Öğretmen bir köye gider ve o köyden altı çocukla geri döner. Çocukların halleri içler acısı bir durumdadır, üzerlerinde elbise namına hiçbir şey yoktur. Yalnızca mahrem yerlerini kapatan bez parçaları vardır.

Süleyman Öğretmen onların herbirini teker teker giydirir. Çocuklara ayakkabı almak için bir mağazaya girerler çocuklarla birlikte. O çocuklar hayatlarında ayakkabıyı hiç giymemişlerdir. Belkide ne olduğunu bile bilmiyorlardır. Mağazada ayaklarına uygun numarayı bulabilmek için ayakkabıları denerler ama her seferinde çocuklar acıyor der, hiç ayakkabı tanımamış ayakları acıdığı için.

Okulun sayısı günden güne artmaya başlar. İsmi duyuldukça aileler çocuklarını getirip bu okula yazdırır. Süleyman Öğretmen ve arkadaşlarının açtığı bu Türk Okulu Bangladeş'te adeta bir barış adacığı gibi kucaklar oradaki çocukları, sevgiyi ve barışı onlara yayarak.

Süleyman Öğretmen ve arkadaşları bu duruma sevinirler ve hiç hız kesmeden devam ederler daha çok insana ulaşmaya. İlk geldikleri o heyecan ve aksiyon ruhunu hiç kaybetmemişlerdir. Aynı heyecanla sürekli koşarlar.

Süleyman Öğretmen bir gün bir yere gitmek için Bangladeş'te ulaşım aracı olarak kullanılan üç tekerlekli bisiklete- oradaki taksi- biner. O sıkışık trafikte ilerlemeye çalışırlar bu araçta. Bir anda hızla onlara doğru gelen bir minibüs belirir uzaktan. Freni patlamış olan bu minibüs hızla yaklaşmaktadır içinde Süleyman Öğretmen'in bulunduğu o üç tekerlekli araca doğru. Gelir ve sertçe çarpar araca. Süleyman Öğretmen araçtan savrulur. Büyük bir acı hisseder tüm bedenini yakan bir acı... Etrafta çığlıklarla birlikte Taksi diye bağıran insanların sesleri yükselir. Bir taksi bile bulunmaz o kalabalıkta. Süleyman Öğretmen'i bir motosiklete bindirerek hastaneye yetiştirmeye çalışırlar. Bir Çin hastanesine varırlar. Kapıda onları gören görevli "Hemen götürün onu der, yeterli donanımımız yok biz tedavi edemeyiz onu..." Diğer hastane bir saatlik mesafededir, Süleyman Öğretmen ayağının acısıyla kıvranır, tam bayılmak üzereyken aklına namazları gelir. "Namazım! Kaza namazım var mıydı benim?" der ve "Anam!" der. O özlediği annesi gelir aklına, acıyla kıvranırken.

En sonunda hastaneye gelirler. Süleyman Öğretmen bayılmak üzereyken sedyeye yatırılır. İyice ağırlaşmaya başlayan Süleyman Öğretmen'in gözlerinde bir hemşire görünür ve kapanır gözleri... Kapanan gözlerinin ardındaki karanlıkta kabuslar görmeye başlar, bir türlü uyuyamıyordur. En sonunda gözlerini açtığında okullarındaki öğretmen arkadaşı İsmail Bey'i görür. Süleyman Öğretmen, İsmail Bey'e "Ağabey dua et," der içten bir muhabbetle.

İsmail Bey'in üzerine büyük bir ağırlık yüklenmiştir. Süleyman Öğretmen'e söyleyeceği şeyin ağırlığını taşımaktadır. Yüzünü kırıştırarak "Süleyman Ağabey..." der ve boğazında düğümlenen yumruyu zar zor iteleyebilir. "Ağabey bacağını kesecekler..."

Süleyman Öğretmen'in başından aşağı kaynar sular boşalır. "Kesmeseler olmuyor mu?" diye sorar çaresizce.

"Ağabey olmuyor, Türkiye'ye de sorduk mecbur kesecekler. Bir kağıt imzalamanı istiyorlar senden."

"Peki, madem öyle kessinler," der Süleyman Öğretmen büyük bir tefekkürle. Gerekli kağıdı imzaladıktan sonra İsmail Bey'e dönerek "Peki ağabey ne zaman kesecekler?" diye sorar.

İsmail Bey hayatının en zor cevabını verir o an, göz yaşlarıyla birlikte. "Ağabey... Kestiler."

Süleyman Öğretmen kaldırır beyaz yorganı ve bakar, bir bacağı yoktur. Günlerce yorganı kaldırıp kaldırıp olmayan bacağına bakar... Oradaki doktorlar bir insan beyni en az altı ayda alışır bir uzvunun eksikliğine derler. Süleyman Öğretmen'de alışmaya çalışır bu kutlu yolda kaybettiği o bacağının eksikliğine.

Artık dönme vakti gelir Süleyman Öğretmen için Türkiye'ye. Hatıralarını dostlarını ve bir bacağını Bangladeş'te bırakarak...

Dönemin Cumhurbaşkanı Süleyman Demirel'in Bangladeş'i ziyaretinden sonra birlikte dönerler. Cumhurbaşkanı onu kendi uçağında kendi yatağında ağırlar ve ona söz verir. "Yürüyeceksin, bizzat ben ilgileneceğim seninle," der.

Süleyman Öğretmen döner Türkiye'ye ve dostları karşılar onu havaalanında. Dostlarının arasında birisi vardır, kokusu burnunda tüten hergününü onun hasretiyle geçirdiği annesi... Annesi karşılar oğlu Süleyman Öğretmen'i. Yürüyerek giden oğlu yatakta dönmüştür. Bir anne nasıl dayanırki buna...

Süleyman Öğretmen'in annesi oğlunu görünce ona şu cümleyi söyler, bir destan yazacak cümleyi.

"Oğlum, kalp nakli yapıyorlar, böbrek nakli yapıyorlar acaba bacak naklide yapıyorlar mı? Benim bacağımı alsalar sana taksalar... Sen koşmana devam etsen!"

Yaşatmak İçin YaşayanlarHikayelerin yaşadığı yer. Şimdi keşfedin