- Gerçekler -

60 11 14
                                    

"Hayat her zaman altınlar veya pırlantalar vermek zorunda değildir, bazen sadece bir sap yeşil soğan verir."

Bir anda yaşadıklarım tam da bu cümleyi anımsatıyor. gözlerimi, tüm o şan ve şöhrete kapamışken, tekrar açtığımda bırak şöhreti, giysilerim bile yoktu üzerimde. Tek hatırladığım kıyametli dünyamızın zirvesinde, tahdım da oturup dünyayı yönettiğim idi. Birden savaşın beraberinde getirdiği toz ve barut kokusu ile boğuldum, gözlerimi ilk ve son kez kapadım bu yüce cihana. Gerçi, ne olmuştu da boğmuştu beni bu alametler? Sanırım hatırlıyorum. O gün, İnsanlar "Kaf Dağı" kadar yüksekte olduklarını tekrar göstermişlerdi bizlere.

...

Vampirlere olan merakım, araştırmacı ve inatçı kişiliğimi sırtlayıp, emektar robotuma binmiş, tekrar gelmiştim, tarihin her bir acısını merkezine kazımış olan "Savaş Koyu"na. Savaştan bu yana tadilat görerek siyah asfalt ile kaplanmış, kilometrelerce uzanan bu çukur, etrafında bir çok boş ve damları batan güneşin turuncuya boyadığı göğe uzanan göktelenlere ve fabrikalara ev sahipliği yapıyordu. Fabrikaların uzunca bacalarından yayılan, geçmiş kadar karanlık dumanlar ihtişamlı göğü siyaha boyuyordu. Etraf fazlasıyla barut kokarken ben üç-beş metre boylarında, metal, yarım küre bir bedeni olup, bedeni ayakta tutan uzun ve aynı şekilde yine metalden bacaklara sahip, gövdesinde aynı düğmeleri anımsatan iki, yanyana büyük pencereler yer alan, gövdesinin üstü tamamen metal bir zemin ile düzlük yaratılmış bir şekilde, zeminin en orta yerinde, koyduğum cam bir fanus ile örtülen uzun bir meşe ağacı, yuva olarak gördüğüm emektar ve adını "Peter" koyduğum robotumun üstünde adım adım geziyordum her yeri. Üstüm de her zaman giydiğim ve üstümden çıkartmaya kıyamadığım, kumaşında bu kısacık, derbeder hayatıma ait bir çok anı biriktirdiğim, gözlerim kadar mavi, küçük ve cılız bedenime koskocaman gelen bir tulum giyiyor, içime ise kirli beyaz bir t-shirt geçirmiş gelmiştim buralara.

Amacım, vampirlerin 1000 yıl önce iz sürdüğü, zifiri güçlerini gezindirdikleri, akıttıkları kan ile yıkadıkları bu yerde savaşın eski kalıntılarına rastlayıp kendimce araştırıp tarihe yepyeni buluşlar ile adımı altın harflerle yazdırmaktı. Küçük kafam içinde yatan büyük düşler, benim bu girişi yasak zehirli topraklara gelmemi önleyen engelleri ortadan kaldırıyordu. Ne kadar aradan 1000 yıl geçse de, araştırmacılar çoktan bu defteri kapadıkları için kimse araştırma yapmamış, tarihi kültürümüzü küçültmüşlerdi.

Sapsarı ve kirpi gibi şekil almış saçlarımın kapatmadığı küçük alnımı, bahtiyar annemin ördüğü, üstünde 2 büyük yuvarlak gözlük taşıdığım turkuaz kumaş bandana ile örtüyordum. Sivri ve masmavi, kartalların ki kadar keskin olan o gözlerimi dört açmış, ilgi çekici şeyler gözlemlemeyi beklerken, burnuma barut kokusu dışında hafif hafif gelen ceset kokusu dikkatimi dağıtmıştı.

Gözlerimi kokunun sık sık geldiği noktaya doğru çevirdiğimde, biraz ötem de duran, beyaz ve küflenmiş, iki yana doğru eğrilmiş ve dipleri erimiş asfalta gömülü kaburga kemikleri, eğrilirken iki yana yarılan ve içe doğru göçen pembe ağırlıklı ve beyaz pullar ile kaplanmış eti ve deriyi, kemiklerin arasında ise neredeyse tüm kaburgayı kaplayan, dış cephesi hava baloncukları ile şişmiş toz pembe bir mide, midenin altından sızan ve asfaltın erimesine sebebiyet veren, hafif sarıya kaçan renkte, etrafa ise beyaz bir gaz sızan bir sıvı vardı. Mideyi iyice incelediğimde, midenin ortalarında, hava kabarcıklarının ardında kalan bir süliet gördüm.

Turkuaz bandanamda yer alan, iki büyük daire mercekler ile yapılmış olan gözlüklerimi, gözlerime indirdiğimde daha net gördüğüm sülietin, yukarı aşağı kıpraştığını fark edebiliyordum. Fakat bu öylesine bir kıpraşma değildi. O sanki, nefes alıyordu.

ÇarmıhHikayelerin yaşadığı yer. Şimdi keşfedin