Aynı gün, 19:07.
Güneşin batışıyla birlikte manzara masalsı bir atmosfere büründü. Gökyüzü, mor renklerle dans ederken deniz kıpkırmızı bir hal aldı. Bu muhteşem renk cümbüşü, birbirinden bağımsız gibi görünen renklerin bile uyum içinde buluşmasıyla doğan bir tabloydu. Ve ben, normalde gökyüzüne hayranlıkla bakar olurdum. Ancak şimdi deniz niyeyse daha çok ilgimi çekiyordu. Sanki gökyüzü yıllardır benim evim, deniz ise kaçıp gitmeki istediğim bambaşka bir yerdi. Ne zamandan beri denize bu kadar bakar olmuştum?
Rüzgarı severdim, fırtınayı severdim, yağmur damlalarını bile severdim. Benim bakışlarım hep gökyüzüne yönelirdi. Daima oraya ait olmak, sonsuzluğa doğru süzülmek isterdim. Ama bir gün, tüm bu arzularımı altüst eden bir şeye tanık oldum. Benim estirdiğim rüzgarlar kadar şiddetli, derin sulara tanık oldum. Güçlü, inatçı ve istediğini alıp götüren.
İşte o zaman başladı gökyüzünün denizlere olan aşkı. Oysa bu sadece hayal edilebilecek bir şeydi, gerçeklikte mümkün değildi. Bulutların ve denizin birleştiği noktada gördüğümüz ufuk çizgisi aslında bir illüzyondan ibaretti. Çünkü onlar asla birbirine dokunamazdı. Bu büyük bir tabu, ilahi bir cezaydı.
Kaderin zincirlerini kırmak istedim. O görünmez duvarı aşmayı, ona dokunmayı istedim. İliklerime kadar hissettiğim acılara göğüs germek için hazırdım. Bir fırtına oldum, estim gürledim. Dondurucu soğuk oldum, herkesi korkutup kaçırdım. Denizi hareketlendirdim, onu da güçlendirdim. Belki birlikte o duvarı aşabiliriz diye düşündüm. Ama olmadı. Birbirimizi hissetsek de birbirimize dokunamadık. Tüm gücümü ortaya koydum, her türlü acıyı hissettim ama o görünmez duvarı aşamadım.
Ve sonunda cezalandırıldım. Kanatlarım kırıldı ve gökyüzünden kovuldum. Yeryüzüne mahkum edilmiş, tüm güçleri elimden alınmış bir insana dönüştüm. Kaderle savaşmanın bedelini ödemek zorundaydım. Yazgıya boyun eğmek yerine onunla savaşmaya çalıştığımız için, sonuçlarını kabul etmek zorundaydık. Şimdi ise sonuçlarına katlanıyorduk.
Esen bir meltem saçlarımda hafifçe oynarken, tenimde hissettiğim rüzgarın sıcaklığı ve nezaketi içimi ısıttı. Kovulmuş olabilirim ama hala bana karşı merhametliydi. Belki de tüm bu acıların içinde, bana hala umut veriyordu. Yüzümde istemsiz bir gülümseme belirdi. Acının içinde bile, hala umut vardı. Neydi o söz? Heh hatırladım! Nereden duymuştum o sözü? Emin olamadım.
"Nefes varsa, umut vardır."
Sözler ağzımdan çıkıverince bir rahatlama hissettim. Hatırlayabilmenin mutluluğuydu belki de. Gözlerimi kapayıp müziği dinlemeye ve hayal kurmaya başladım. Ancak tüm hayallerimi yakıp yıkan o tiz ve detone sesi duyduğumda tüm keyfim kaçtı.
"Ne diye aptal aptal sırıtıyorsun?! Sabahtan beri seni arıyorum gerizekalı!"
Yanıma geldiğinde ellerini dizlerine yaslayıp eğilerek soluklanmaya başladı. Sonrasında oturmayı mantıklı bulmuş olacak ki tüm bankı ele geçirmiş olan beni zorla yana kaydırarak oturdu. İnsan olan önce bir müsaade ister.
"Ben mi dedim sana saatlerce beni ara diye? Hem insan bi müsaade ister. Hiç mi adabı muaşeret kurallarını öğretmediler sana?"
Hırçın gözlerini yorgunluk ve öfkeyle bana çevirdi. İçgüdüsel olarak gard almak istedim çünkü üstüme atlayıp beni yemeye kalkacağından emindim.
"Adabını da muaşeretini de s*****me bana. Ne kadar endişelendiğimden haberin var mı?"
"Pisleşme. Ve o kadar merak ediyorduysan niye aramadın?"
ŞİMDİ OKUDUĞUN
Dünyanın En Güzel Hatası
De TodoGittiğinde arkanda hiçbir şey bırakmamıştın anıların dışında. Şimdi o anılar, gözlerimin önündeki dünyayı cehenneme dönüştürürken sen kulağıma eğilip her zamanki gibi fısıldıyorsun, "Beni seviyor musun?" Ve cevabını aldıktan sonra da tatmin olmayıp...