“Bunu ona söyleyebileceğimi sanmıyorum.” Dedi diğer odadan gelen bir kadın sesi.
“Seni anladığımı biliyorsun Hae-yin. Fakat, bunun farkındaysan Tanrıçaların da ne kadar sinirli olduğunu anlayabilirsin. Ona ne kadar güvenmesen bile o bizim kurtuluş yolumuz.”
“Ve bozulma nedenimiz.” Dedi sakin görünen sert bir sesle. “Hadi ama Ji-hu! O kızın, seni ne hâle getirdiğine bak. Bunu görmezden mi geleceksin?” Nefes aldı. Bir süre karşı taraftan ses gelmedi. “Yoksa onu tanıyor musun? Dur dur dur. Anladım! Tanrıçalar ile aram kötü olduğu için bana bunu yapıyorsun değil mi? Sonuçta onlar ile aran iyi. Sonuçta seni seviyorlar. Sonuçta sen Tanrıça Çenk’e aşıksın ve bunlar onun farkında, değil mi?”
“Hae-yin! Biraz sessiz ol. Onun içeride olduğunu biliyorsun.”
“Ama sen bilmiyormuş gibi konuşuyorsun! Tek yaptığın her çözümlerime olumsuz cevap vermek. Sen buraya yardım etmek için mi geldin yoksa beni ezmeye mi? Ben yoruldum Ji-hu! Tanrıçaların beni ne kadar zor durumda bıraktığını bilemezsin. O başka bir evrenden. Kabullenmek ne kadar zor olsa bile öyle. Benim yapmaya çalıştığım şey onu çabucak işini yapmasını sağlamak. Emin ol, onu ilk sen bulsaydın sana da böyle bir yük yüklerlerdi. O salak kızı zapt etmek o kadar kolay değil. Sana dün olanları anlattım. Dua et onu yakalayan kişi Ronny idi. Başka kişiler de olabilirdi. Ya onu Delmar görseydi? Açık denizinde onu öldüresiye kadar boğardı.” Hae-yin’in söyledikleri ne kadar doğru ne kadar yanlış olduğunu bilmiyorum. Onun bu siniri doğru yerlere gitmeyeceği belli.
“Delmar’ın çoktan ondan haberi olduğuna eminim. O yaşlı bunak her saniye Tanrıçalardan haber alıyor. O adamda ne bulduklarını anlamıyorum. Alvin’in kardeşi olduğu için her şeye karışabileceğini sanıyor. Birinin ona bunu anlatması lazım.” Hae-yin tam lafa girecekti ki Ji-hu onu susturdu. “Seni anlıyorum Hae-yin. Sonuna kadar arkanda olacak kişiyim. Ama düşüncelerini biraz açman gerek. Biraz olumlu düşün. Biraz merhametli ol. Hadi ama bu kadar mı zor?” Toplanma sesi duyuyorum. “Biraz düşünmeye ihtiyacın var. Bensiz. Tek başına. Ne de olsa beni o bozdu değil mi?” Kapı sesiyle bütün sesler sustu. Hae-yin’in içerde olduğundan şüpheliyim. Bakmaktan zarar gelmez.
Yan sandalyeye bıraktığım çoraplarımı alıp giyiyorum. Kapıya doğru ilerledim ve kapıyı açtım. Kapının açılmasıyla boşluk ile göz göze geldim. Etrafa bakındım. Hae-yin evde yoktu. Haber vermeden gitmekte üstüne yoktu. Benim bilmeye hakkım var mı ki? Oturma odasına geçtim. Uzun zamandır sönük olan soba odunlarına baktım. Odunlar kuru ve çürümüştü. Aynı benim gibi. Aynı benim buraya gelmeden önceki hâlim gibi. Buraya geldikten sonra da bir şeylerin değiştiği söylenemez.
Gelişen cümleler ve olaylar akıl alınacak şeyler değil. Sanki bütün bunları bilerek yapmışım gibi konuşuyor. İstemeyi boş ver yapabileceğim bir şey bile değil. Evrenler, boyutlar, Tanrılar, Tanrıçalar. Kim bunlar? Ne bunlar? Ya da en önemli soru şu, kimim ben? Neye benziyorum onların gözünde? Bir canavar veya doğa üstü yaratık falan olmalı. Peki ben aynaya bakınca ne görüyorum? Ben aynaya bakınca kendimi görmüyorum. Kendime çok yabancıyım. Sanki başka bir beden gibi. Sanki ben, beni unutmuş gibi. Evet, saçma şeyler bunlar. Mantıksız, korkunç, gerçek değil belki de. Ama tek bir gerçek var. O da benim bu evrende olmam. Ne kadar kafa karıştırıcı bile olsa evet, ben buradayım, bu evdeyim, bu kişilerin yanındayım. Ve ben bunu düzelteceğim. Yanımda kimler olur, kimler olmaz bilmiyorum. Kimlerle tanışırım ya da kimlerle savaşırım, hiçbir fikrim yok. Ama tek bildiğim şey, ben burada bir canavarım. Burada bir cani şerefsizim. Bazıları için de bir boşluk. Onların kimsesi ama başkalarının canavarıyım. Ve her zaman böyle kalmakla mühürlü.Kapının çalınmasıyla yerimden sıçradım. O kadar dalmıştım ki kapının bir süre çalmasını duymamıştım. Ayağa kalktım ve kapıyı yavaşça araladım. Otuzlarının başında bir kadın karşıladı beni. Elinde bir kase duruyordu. Beni görünce yüzü bembeyaz oldu. Nefes alışverişi yüzüme bir rüzgar gibi çarpıyordu. “Buyurun?” Dedim sessizce.