Gözlerimi yeniden zindamında açtığımda özgür olmanın nasıl bir his olduğunu hatırlamadığımı farkettim. Özgürlük hissini neden hatırlayamıyordum? Hayatımın çoğunu birilerinin esiri olarak geçirdiğim için miydi bu hatırlayamamazlık? Yoksa hayatta olduğum için mi? Yoğun düşüncelerimin arasında kaybolmuşken daha sabah olmadığını fark ettim. Gece esen rüzgar yatarken açık bıraktığım terasın kapısından içeri girip yatağımın tül örtülerini dalgalandırıyordu. Odamı aydınlatan tek şey çalışma masamın üzerinde duran bitmeye yaklaşmış mumdu. Yatağımdan kalkıp terasa çıkmaya karar verdim. Bu zigurata hapsedildiğim ilk günden itibaren odamdan başka gidebildiğim tek yer orasıydı. Terasın Aden yönüne bakan tarafına gittiğimde gece olmasına rağmen limanın hala meşalelerle aydınlanmış olduğunu gördüm. Bu istisnai durumlar haricinde daha önce şahit olduğum bir şey değildi. Alangu'nun daha dün Guvana'dan gittiğini hesaba katarsak aslında gayet garip bir durumdu. Zigurattan ayrılıp limana doğru ilerleyen yeşil renkli meşaleleri farkettiğimde ciddi bir sorun olduğuna kanaat getirmiştim çoktan. Fakat umursamamayı tercih ettim. Zigurat muhafızlarına sorduğum taktirde zaten bir cevap alamazdım. Alangu beni kendi sesinden başka hiçbir sesi duymamakla da cezalandırdığı için zigurat muhafızlarının tamamı konuşma engelli insanlardan oluşuyordu. Yada Alangu onları o hale getiriyordu. Bu ihtimal Alangu'nun yapabileceği türden bir davranıştı. Yere oturup terasın korkuluklarına sırtımı dayadım. Önümde bir havuz ve o havuzun ortasında bir söğüt ağacı bulunuyordu. Alangu bunu güya buraya yabancılık çekmemem için yapmıştı. Oysa ki bu havuz uyandığım her yeni günü geçmişin hayaletleriyle dolduruyor ve büyük bir hüzün denizine batmama neden oluyordu. Alia ve minik bebeği gözlerimin önünde bu havuza benzer göletin içerisinde ölümün pençelerinden bizzat çekip aldığım bir adam tarafında öldürülmüştü. Gece Wylar'ı o gölette boğmuştu tıpkı Alangu'nun annesini o suda boğduğu gibi. Ve ben her seferinde en güvendiğim insanların masum insanları o gölette öldürmesini izlemiştim ve her seferinde de elimden hiçbir şey gelmemişti. Cehennemin ölünce gidilen bir yer olduğuna insanları kim inandırmıştı? Benim saymayı bile unuttuğum yıllar boyunca yaşadığım bu yer cehennem değilse neydi? Bıkkınlık nefesimi verip ellerimi saçlarıma attığımda birden saçlarımın eskisi kadar uzun olmadığını hatırladım. Dün sabah uykumdan yatağımın diğer tarafına birinin uzandığını hissetmemle uyanmıştım. Yatağa uzanan kişi Alangu'dan başka kimse olamayacağı için uyansamda onun olduğu tarafa doğru dönmememiştim yüzümü. Uyandığımı Alangu da farketmiş olacak ki konuşmaya başlamıştı. "Bir bebeğim oldu Gölge. Onu ilk defa kucağıma aldığımda Gualan'ın neden bizi bırakıp bebekleriyle gittiğini anladım."demişti. Şaşırmıştım. Hızla yerimden doğrulup ona doğru dönmüş " O kendi bebeğini öldürürken başkasının bebeklerine bakmak için sizi terketti. O yüzden her ikinizde ne denli aşağılık pislikler olsanızda en azından sen bu konuda onunla aynı değilsin." diyip yataktan kalkıp çalışma masama giderek oturmuştum. " En çok benden nefret ediyorsun zannediyordum. Ama şuan Gualan'dan benden daha fazla nefret ettiğini farkettim. Bu duruma ne kadar sevindim bilemezsin. İçimden gidip bunu kutlamak bile geliyor." gülümsemişti. Bir zamanlar bende gülümserdim. Fakat gülümsemelerimin katili Alangu'ydu. Beni hüzne mahkum ederken kendisi gülemezdi. "Sonunda bu dünyada beni buradan çıkarabilecek 2 kişi var." Gülerek söylediğim bu sözler Alangu'nun gülümsemesinin solmasın sebep olmuştu. "Aslına bakarsan seni buradan çıkarabilecek sandığından daha çok kişi var Gölge. Fakat ben yaşadığım sürece seni buradan çıkarabilecek tek kişi benim. Ve benim de hiç öyle bir niyetim yok." Yerinden kalkıp bana doğru yürümüş aramızda hiç mesafe kalmadığında yanı başıma dikilmiş ve saçlarımdan bir tutamı parmaklarının arasına alıp okşarken" O yüzden boş umutlara kapılıp yorma kendini. Buradan çıkmak istiyorsan beni ikna etmelisin." Demişti. Alaycı bir ifadeyle " Seni nasıl ikna etmeliyim?" diyerek ayağa kalkıp karşısına dikilerek burun buruna gelmemizi sağlamıştım. Fakat Alangu'nun elimde tuttuğum hançerden haberi yoktu. Biraz önce okşadığı saç tutamını dudaklarına götürüp öpmüştü. " En başından beri tüm bunları sana aşık olduğum için yaptığımı biliyorsun Gölge. O yüzden en azından beni ikna etmek için benden nefret etmeyi bırakabilirsin." demişti. İşte o an elimde tuttuğum hançeri saçımı tutan sol koluna saplayıp geri çektim. Kolundaki acının etkisiyle saçlarımı ensemde toplamış ve biraz önce Alangu'nun koluna sapladığım hançerle tek hamle ile kesmiştim. Alangu'nun gözleri hayretle açılmıştı. "Senden o denli nefret ediyorum ki Alangu ölsem ve benden geriye sadece kemiklerim kalsa, onlar bile senden nefret etmeye devam ederdi. Öyle ki sen dokunduğun için kendi saçlarımdan bile nefret etmeye başladım. O yüzden kestim onları. İnan bana seni öldürebilecek olsam tek bir an bile düşünmeden yaparım. Fakat sen ve ben sevgisizlikle lanetlenmiş iki mühlet verileniz. Ölüm her ikimiz içinde büyük birer kurtuluş olur. O yüzden Alangu umarım her zaman sen herkesi çok seversin ve hiç kimse seni hiçbir zaman sevmez. Böylece uzun ömrün boyunca sevdiğin herkesin önce seni sevmemelerine sonra sana ihanet etmelerine nihayetinde de ölümlerine şahit olursun."deyip elimde tuttuğum kesik saçlarımı şöminenin içerisine fırlatıp tek hamlede onları ateşe vermiştim. Biliyordum ki o an ateşe verdiğim tek şey saçlarım değildi. Alangu tek kelime etmeden yaralı kolundan kan damlayarak önce odamdan ardından da Guvana'dan ayrılmıştı. Bir hışımla hiç kısa kesmediğim uzun saçlarımı bir anda kısacık kesmiştim. Hala uzun senelerin verdiği alışkanlıkla saçlarımı uzun sanmaya devam ediyordum. Burnuma gelen duman kokusuyla ayaklandım ve terastan aşağıya baktım. Guvana'yı ben düşüncelerimle uğraşırken alevler sanki esir almıştı. Aden tarafında büyük bir yangın başlamıştı. Yangın giderek zigurata doğru yaklaşmaya devam ediyordu. İnsanlar panik içerisindeydi. Bu arada güneşde doğmaya başlamıştı. Zigurttan bakınca sanki Guvana'ya iki taraflı güneş doğuyor gibi görünüyordu yangın yüzünden. Odamın kapısı çalmaya başladığında gidip kapıyı açtım. Zigurat muhafızlarından birisi elinde bir zarfla kapının önünde beni bekliyordu. Elime aldığım zarfı açarak içerisindeki mektubu okumak için aydınlık bir yer bulma umuduyla etrafıma baktım. Çalışma masamdaki mum sönmüştü. Terasa çıkıp güneşin ilk ışıkları altında mektubu okumaya başladım. Mektupta gecenin yeni ay yüzünden çok karanlık olmasından yararlanan bir grup Adenli isyancının Guvana'ya yüzerek ulaşıp önce limanda bir arbede ardından bir yangın çıkardığı fakat kısa zamanda bunun kontrol altına alınacağı yazıyordu Şehir muhafızlarının komutanının yazdığı bu mektupta söyledikleriyle yaptıkları pek uyuşmuyordu. Zira yangın neredeyse birkaç mahalleye yayılmış durumdaydı. Güneş tam manasıyla doğduğunda yangın ziguratın birkaç sokak ilerisine kadar ulaşmıştı. Bense herşeyi yukarıdan izleyebilmiştim. Şehir muhafızları insanları kurtarmak ve yangını söndürmek için var güçleriyle çalışsalarda sanki nafileydi. Hatta ziguratta ki muhafızlar bile insanlara yardım etmek için gitmişlerdi. Muhafızların isyancıları yakalamayı bir kenara bıraktıkları kesindi. Nede olsa bir yere kaçamazlardı. Kaçmadıkları taktirde Guvana'da saklanabilecekleri bir yer zaten yoktu. Eninde sonunda yakalanacaklardı. Ana kara tarafında ne yaşandığına bakmak için xiguratın giriş kapısının olduğu tarafa yani terasın ana karaya bakan tarafına gittim. Fakat ziguratın merdivenlerini birinin çıkmakta olduğunu farkettim. Zigurat yaklaşık 122 metre yüksekliğindeydi. Birinin odama ulaşması için 630 basamak çıkması gerekiyordu. Zaten odama Alangu hariç kimse girip çıkamazdı. Bu yüzden her kim geliyor olursa olsun odamın ve terasımın bulunduğu zigurartın en tepesine asla ulaşamazdı.Boynumdaki kolye boynumu yakmaya başladığında içimi büyük bir heyecan kapladı. Kolyesinin boynumu yakmaya başlaması Gece'nin onlardan herhangi birini görünce kaçıp saklanmamı istediği 34 kişiden birinin bana şuan çok yakın olduğunu gösteriyordu. Çünkü o 35 kişiden 34 tanesi Akademi'nin Adalet Meydanındaki sütunların içinde hapisti. Bir tanesi ise Akademi'nin altındaki mağaralarda zincirliydi. Ve hiçbiri Alangu bırakmadığı sürece serbest kalamazdı. Eğer dün yaşananlar yüzünden Alangu bir oyun oynamaya karar verdiyse onlardan birini mi serbest bırakmıştı? Onlardan birini serbest bırakmış olsa onu asla kontrolsüz bir biçimde salıvermezdi. Salıvermiş olsa dahi onun Guvana'ya bu denli zarar vermesine izin vermezdi. Bu durum Alangu'nun bile yapmayacağı türden bir şeydi. Merdivenlerdeki kişi giderek yaklaşırken bana hem pişmanlığı hemde düşmanlığı aynı anda yaşatan kişi olan Gualan'a benzemeye başlıyordu. Ben çok uzun zaman önce gördüğüm için merdivenlerdeki adamı ona benzetiyor da olabilirdim. Bu durum beynimin bana oynadığı bir oyun olabilirdi. Fakat boynumdaki kolye bunun gerçek olduğunu kanıtlar nitelikte bir sıcaklıktaydı. Kaçmam gerekiyordu. Arkama bile bakmadan burayı terk etmem gerekiyordu. Onu gördüğüm her dakika kolyenin sıcaklığı artıyordu. Odama gitmek için hareketlendim. Eğer gelen Gualan'sa bile odamın içerisine girmezdi. Orada güvende olurdum. Beni orada bulamazdı. Odama ulaştığımda kalbim sanki kulaklarımda atıyordu. Yatağım ile komodinin oluşturduğu köşeye oturup dizlerimin kendime çekip kafamı dizlerime dayadım. Zaman geçmek bilmiyordu. Yaklaşan ayak seslerini duyduğumda kendimi bayılacakmış gibi hissediyordum. Boynumdaki kolye canımı acıtıyordu. Ayak sesleri kapıya ulaştığında durdu. Kapıyı açamayacaktı ve gidecekti. Tıpkı daha öncekiler gibi Gualan beni yine bulamayacaktı. Kapının kolu çevrildi ve o an ihtimal dahi vermediğim şey gerçekleşti. Kapı açıldı ve o odamdan içeriye girdi. Ayak sesleri bana doğru yaklaşmaya başladığında gözlerimi sımsıkı yumdum. Eğer onu görmezsem kaçmak zorunda kalmazdım. Fakat duraksayan ayak sesleri çoktan beni fark ettiğini gösteriyordu. Şuan benim için büyük bir karar anıydı. Bir sonraki hamlemi iyi hesaplamam gerekiyordu. Şuan göremesemde hissettiğim üzere yanımda duran adam Gualan'sa benim tanıdığım eski haliyle uzaktan yakından alakası olmayan birisiydi. Ve ben bu adamın öldü bildiği eski akıl hocasını baş düşmanın yanında görünce ne tepki vereceğini hesaplayamıyordum. Fakat tek bildiğim bir şey vardı. Tekrar birinin daha esiri olmayacaktım. Bir strateji belirlemeli ve onun doğrultusunda hareket etmeliydim. Ellerim siyah ipek elbisemin eteklerini buldu. Ve bir parça kumaş yırttım. Yırttığım kumaşla gözlerimi bağladım. Onu görmezsen kaçmaya gerek kalmaz diyen Gece'nin sesi kulaklarımda yankılanıyordu. Eğer gözlerimi bağlarsam onu göremezdim. Onu görmesem bile yanımda olan varlığının olduğunu bilmek bile heyecan duymama neden oluyordu. Gözlerimi bağladığımda ayağa kalktım. Hala hareket etmemişti. "Gualan sen misin?"dedim. Soruma karşılık "Ölmemişsin." dediğini duydum. Seneler sonra bana hitaben konuşan ilk kişiydi.
ŞİMDİ OKUDUĞUN
AĞLAYAN AĞAÇ GÖLETİ /ADEN SÜRGÜNÜ(DÜZENLENİYOR)
Fantasy"Aşk çılgınlıklar silsilesinden ibarettir çok bilmiş Gualan. Ve sen kaç bin yıl yaşasan da anlayamazsın bunu. Çünkü sen hiç aşık olmadın." dedi küçük kız beni küçümseyerek. Bilmiyordu ona aşık olan benim onun için ne tür çılgınlıklar yapabileceğimi...