Jimin bugün diğer günlere kıyasla daha da kötü hissediyordu. Sebebini bilmediği çirkin bir huzursuzluk içini kaplamıştı ve ne yaparsa yapsın gitmiyordu. Sanki beklediği ama beklediğinin farkında olmadığı kötü bir şey gelecekti ve hayatını tekrar altüst edecekti. Geleceği hissetmek gibiydi bu. En son böyle hissettiğinde bir yıl önce Jungkook'la pencerede oturmuş annesini bekliyordu.
*Tak tak tak.*
"İçeri gel," dedi Jimin, her zamanki gibi sırtını duvara vererek yatağında oturuyordu. Zaten burada oturmaktan başka hiçbir şeye gücü yetmiyordu.
"Bugün nasılsın?" dedi Jungkook. Jungkook gelmişti, ama Jimin onu gördüğüne rahatlamamıştı. Zayıf görünüyordu, hatta çok zayıf görünüyordu. Dokunsa uçacak gibiydi, zaten ayakta durmak zor geldiği için hemen Jimin'in ayak ucuna oturdu, elinde bir paket vardı.
"İyi," dedi Jimin. Tabii ki iyi değildi. Jungkook'u görmek ilk defa hiç iyi gelmemişti, sanki ona ölümü hatırlatıyordu bugün.
"Sana bir hediyem var," dedi, elindeki paketi Jimin'in kucağına koydu. Jiminse ilgisizce hediyeye baktı, kavunlu bir oda parfümüydü.
"Kendimede karpuzlusunu aldım," dedi yorgun yüzüne karşın kocaman gülümseyerek. Aylar önceki mesajları geldi aklına, bu sefer geçmişten bir şeyler hatırlamak zahmetliydi, onun için açtığı her kapı onu dipsiz bir kuyuya götürüyordu.
"Sağol," dedi yarım ağız. Jungkook'un yüzünün düşüceğini bile bile ki düşmüştüde.
"Eğer beğenmediysen değiştirebili-"
"Gerek yok. Git."
"Eğer başka-"
"Gerek yok dedim. Git, seni görmek eziyet gibi."
Jungkook hediye planının başarısız olduğunu anlayıp adımlarını çıkmak üzere konumlandırdığı sırada gözü Jimin'in kayan tişörtünden gözüken kesik izine takıldı ve Jimin daha farkına varamadan omzunu sıyırıp beyaz derideki ince çizgilere baktı. Düzenli bir sıra halinde kolundan dirseğine iniyordu, hepsi sanki bilerek yavaş yavaş, özenle indirilmişti. Jungkook'un gözü kararmıştı. Nasıl yapardı bunu kendine, nasıl kıyabilirdi ki? Jimin değerliydi, çok değerliydi, yapmamalıydı bu, yanlıştı, çok yanlıştı.
Tişörtün yakasını tutan eli titrediği için yakalanmanın şokundan çıkan Jimin'in üstünü düzeltmesi kolay olmuştu, ama başında dikilen bedeni düzeltemiyordu.
"Jungkook."
"Bunu nasıl yaparsın?" dedi, konuşma yetisini geri aldığı anda. "Bunu kendine nasıl yaparsın, Jimin?" zihninden geçen satırlar bir bir dudaklarına iniyordu. Jimin onun için bir mücevher gibiydi, korunması ve asla kaybedilmemesi gereken bir mücevherdi. Şimdiyse avucundaki mücevherin üstünde kocaman izler görmek delirtmişti onu. O bağımlıydı. Jimin başımlısıydı.
"Git buradan, Jungkook."
"Kendine bunu nasıl yaparsın?"
"Sana git diyorum."
"Annen burada olsa-"
"Ama yok!" diye bağırdı, Jungkook'un sözünü keserek, konuşmasına tahammül edemiyordu adeta. "Sen hiç anne sevgisi görmemişsin ki, nereden bileceksin neler hissettiğimi? Benim içim parçalanıyor, tamam mı? Bu izlerin hiçbir önemi yok, senin annen seni hiç sevmemiş olabilir, seninle hiç ilgilenmemiş olabilir, ama benimki, benim için hayatını harcadı. Onun yokluğunun bendeki etkisi hakkında en ufak bir fikrin dahi olamaz, çünkü seni kimse bu kadar sevmedi, hiç değer görmemişsin ki sen nereden bileceksin?" diye feryat ettikten sonra ortamda uzun süreli bir sessizlik oldu. Jimin'in söylediklerinin farkında olarak söylemişti hepsini, ki çoğu doğruydu.
Jungkook onu anlamaya çalışsa bile içten içe bu kadar depresifleşmesinin mantıksız olduğunu düşünmüyor değildi. Ancak bunu Jimin'e hatta belki kendine bile hissettirmemeye çok çabalamıştı, ancak boşuna kürek çekmişti.
Jungkook her şeyi idrak ettiği andan itibaren üzerine bir ağırlık çökmüştü. Dizleri titremeye, iç organları dışarı çıkmak için savaş vermeye başlamıştı. Başı dönüyor, bedeni kendi iradesininin kontrolünden çıkıyordu. Daha fazla dayanamayıp yere yığıldı, Jiminse yere yığılan bedenin hemen ardından kendini onun yanına attı.
"Jungkook, bana bak," dedi, panikle Jungkook'un ince yüzünü elleri arasına alarak. Ancak Jungkook başını tutamadığı için oyuncak bir bebek gibi arkaya düşüyordu.
Jimin kafasını sarsarak onu dikleştirdi bir daha. Soğuklaşmaya başlayan bedenin gözleri kayıyordu. "Bana bak, Jungkook, gözlerime bak," diye bağırdı. Bu sefer sanki Jungkook'un değil, onun ruhu çekiliyormuş gibi hissediyordu. Birkaç kere daha kaldırmayı denedi ama Jungkook bir türlü dik durmuyordu. "Özür dilerim, Jungkook, gerçekten özür dilerim, öyle demek istememiştim, yemin ederim." İşin kötü tarafı tam olarak öyle demek istemişti, ancak yalvarırsa belki Azrail'i kandırabileceğini düşünüyordu. Bir ölümün daha suçlusu olamazdı.
Kopan patırtının sesine gelen doktorlar, yerde yatan bedeni görünce hemen yanına koşup onu Jimin'in yanından ayırdılar, ancak Jimin Jungkook'u Azrail'den korumaya çalışıyordu. "Bırakın onu, öldüreceksiniz," diye saldırdı doktorlara ancak kısa süre içinde Jimin'e sakinleştiriciyi uygulamışlardı bile.
Hastanede, odayı saran soğuk beyaz duvarlar arasında, sadece hastane personelinin sessiz adımları yankılanıyordu. Hava, ikiliyi izleyen doktorların içini ürperten sessizlikle doldu. Zayıf bedenin son nefesini vereceğini fark eden doktorlar, çaresizliklerini sessizce paylaşıyor, gözleriyle birbirlerine bakarak, yüreklerindeki umutsuzluğu hissediyorlardı.
Zaman, sanki durmuş gibiydi. Her geçen saniye, bir sona doğru yaklaşan yavaş bir saat gibi işliyordu. Hastanenin sessiz koridorları, hayatla ölüm arasındaki o ince çizginin farkında olmayan insanlarla doluydu. Ancak o odaya sığanlar için, o çizgi belirgin bir şekilde hissediliyordu.
Ve sonunda, beklenen an geldi. Soluk, zayıf bir nefes alış veriş, ardından sessizlik. O an, sadece kırık kalplerin yankısıyla dolu sessizlikle boğuşuyordu. Gözlerdeki yaşlar, içlerindeki acıyı yansıtırken, odanın içindeki herkes, yaşamın kırılganlığını bir kez daha hissetti.
-
Üstümden bir yük kalktı sanki. 😀
ŞİMDİ OKUDUĞUN
Hastane | Jikook
Fanfiction"İğneden korkan o ünlü çocuk sen misin?" Trigger warning, yaşı küçük veya bu tarz şeyelere katlanamayacak kişilerin okumamasını rica ediyorum. Lütfen dikkate alın. Beğenilme arzusu ile yazılmamıştır! Ben profesyonel değilim.