"Çocukların yaşlarına göre düzenlemek daha iyi oldu. Daha derli toplu..."
Nazan Abla, oluşturduğum listeye bakıp memnuniyetle gülümsedi. Sadece bir şeyler okurken taktığı yakın gözlüğünü çıkarıp masaya koydu. Dört sayfa kâğıdı iki eliyle masaya vurup kenarlarından düzelterek bana uzattı. Bir şey sormak için dudaklarımı araladım. Tam o esnada Fadime Abla, başını omzumun üzerinden uzatıp Nazan Abla'ya: "Allak bullak her yer!" Diye söylendi. "Ne yapacağız, nasıl toparlayacağız, bilmem."
Fadime Abla'nın on üç yaşlarında -çoğu zaman gergin bir hâlde gördüğüm- kızı Gülnaz, oflayınca başımı gayriihtiyari ona çevirdim. Elindeki telefonu koltuğa bırakıp sitem etti:
"Her yer her yerde, hiç başlayasım yok anne ya!"
Neyse ki Nazan Abla'dan sonra derneğin en olgun ablalarından biri olan Esra Abla duruma el koydu. Kucağında üst üste koyarak taşıdığı poşetleri sürgülü kapının dibindeki sandalyelerin üzerine bıraktı. Dudağının üstünde biriken terleri avcuyla silip biraz da sert bir sesle uyarıda bulundu:
"Söylenmek yerine hızlanırsak bitecek inşallah. Önce şu ortadaki dağınıklığı kenarlara koyalım, yürüyemiyoruz içeride."
Otoriter bir tını barındıran sesle birlikte herkes gönüllü veya gönülsüz kendi işine döndü. Nazan Abla, bu dağınıklığın nasıl biteceğini kestiremiyormuş gibi düşünceli bir hâlde yerlere baktı. En sonunda varlığımı hatırladı.
"Bir şey soracaktın sanki Betül?"
"Listedekileri aramaya başlayayım mı, diyecektim."
"Evet ama yarın başla, bugün değil. Daha hiçbir şey yapmadık sayılır."
Başımı sallayıp söylediklerini onayladım. Bu dağınıklık içinde kâğıtları kaybetmem olası olduğu için askılıktaki çantamın yanına gidip hızlıca fermuarını açtım. Kâğıtlar buruşmasın diye kitabımın arasına koyup çantamı tekrar kapatırken sürgülü kapı iki kez tıklatıldı.
"Nazan Abla!"
Derneğimizin babası konumunda olan Tarık Ağabey'in sesiydi bu. Kadınlar kısmıyla onların ofis gibi kullandıkları kısım bir paravanla kapalıydı. Paravanın ardındaki sürgülü kapı ise işte bu geniş odaya açılıyordu. Ufak bir pencereden içeri sızan ışık hüzmeleri dışında bu odaya güneş girmediği için -bizim çok fazla durmaktan dolayı artık aşina olduğumuz- bir rutubet kokusu vardı içeride. Karanlıkta göz gözü görmediğinden dolayı lamba sürekli açıktı.
Nazan Abla kırk altı yaşında, üç çocuk annesi ve yıllardır gönüllü olarak derneğimizin kadın kollarının başkanlığını yürüten tatlı, anaç bir kadındı. Dernekte her soru ona yöneltilir, her çıkmaz sokağın onunla aşılacağına dair büyük bir hüsnüzan beslenirdi. Zaten dediğim gibi çok anaç bir kadındı. Onunla özel hayatınıza dair birçok şeyi paylaşabilirdiniz. Bir hafta önce yaptığım evlilik görüşmesini biliyordu sözgelimi. Görüşmenin benim açımdan olumlu geçtiğini fakat karşı taraftan bir cevap almadan onlara dönüş yapmayacağımı da...
O, biriyle konuşurken muhatabıyla aralarındaki mesafe birden kısalır ve ona, uzaktan bakan birinin anne-kız sanacağı bir doğallık ve yakınlıkla davranırdı.
Sandalyesini geriye itip Tarık Ağabey'in yanına gittiğinde sesleri içeriden duyuluyordu.
"Yardım için başvuruda bulunan Suriyeli ailenin evini ziyarete gidebilir misiniz? Yanına Betül'ü de al istersen. Evin fotoğraflarını çeker."
"Çok da iş var Tarık. Ama..."
"Kaç gündür derneğin kapısını aşındırdıklarına göre gerçekten ihtiyaç sahibiler. Fakat işte... Her gelene direkt yardım edemiyoruz. Durumunu teyit etmemiz isteniyor, sonuçta resmî bir derneğiz. Her yaptığımız işi belgelerle yapmak zorundayız. Ama artık biz de mahcup olmaya başladık arkadaşlarla. Hemen gidip gelirsiniz inşallah. Osman sizi bırakıp getirecek arabayla."
ŞİMDİ OKUDUĞUN
gölgeler ve asıllar
روحانياتDolan gözlerimle yüzüne bakıyorum. Ardından beşikte uyuyan; beyaz kundaklar içindeki Mücahid'e. Onu alıp kucaklıyorsun, nasırlı iri ellerin yanaklarını incitir diye sadece kurumuş dudaklarınla başına minik bir öpücük konduruyorsun. Oysa onu bir aydı...