Rüzgar'ı ilk tanıdığımda, dizlerinden akan kana aldırış etmeden kaykayını sürüyordu. kendim düştüğümden beri oturup kaldığım yerde, kıpırdamadan, onun düşe kalka sürüşünü izledim; her yeri kan içindeydi ama sanki canı hiç yanmıyormuş gibi yüzü gülüyordu, kaykayını sürmekten de vazgeçecek gibi değildi. onun parçalanmış dizlerini izlerken bir anda döndüm kendiminkine baktım, halime gülecek oldum; ufacık sıyrıktan korkup bırakmıştım sürmeyi. tekrar ayaklandım ve kaykayımı ayaklarım altına aldım, kendimin az önceki haline acımıştım. çok az sürdükten sonra bir daha düştüm. bu sefer aynı anda düştük onunla.
ben düştüğüm gibi kalktım, ona elimi uzattım yukarıdan. düştüğü halde kalmıştı o, bana gülerek bakıyordu ama gülüşünün samimiyetini parmak uçlarıma kadar hissetmiştim, sıcaklığı tenimin her zerresini sarmıştı. onun melek yüzünde, bebek mavisi gözlerinde kötü niyetin bir damlası bile bulunamazdı. ilk gördüğümde biliyordum bunu, son görüşüme kadar da hiç değişmedi. "teşekkür ederim canım!" hızla doğruldu, ayaklandı. kalkarken tutunduğu elimi bir süre bırakmadı, tatlı tatlı sıktı. "rüzgar, ben! senin adın neydi... yoksa canım demeye devam mı edeyim?" sesi aslında kalındı ama konuşması çok tatlıydı, başkası aynılarını dese bana yürüdüğünü falan düşünürdüm ama o anda onu hiç tanımıyorken bile onun söylediklerinden ne ters bir anlam çıkardım ne de rahatsızlık duydum. söyledikleri ancak ve yalnızca komikti, sevimliydi ve içimde onu daha iyi tanımak, onunla daha yakın olmak harici bir istek doğmamıştı. adımı söyledim. tanışmış olduk. hatta bana sarıldı bile, yarım yamalak bir sarılmaydı ama beklenmedikti ve çok sevecendi. uzun zamandır hissetmediğim kadar iyi ve güvende hissettim kendimi, o kollarını omuzlarıma sararken.
bir süre ayrı ayrı sürdük kaykaylarımızı. uzaktan ara sıra benden tarafa baktığını görüyordum ama kendi kendime gülümsemek harici bir tepkim olmadı. başından beri yalnız başıma olduğumdan emin olduğunda yanıma yanaştı, kaykayını koltuk altına aldı ve heyecanla şunları söyledi: "azra! biz hayvan gibi acıktık da, son kuruşlarımızla manyak bir sosisli gömmeyi düşünüyoruz, gelsene sen de!" o konuşurken arkadaki arkadaşlarıyla selamlaştık uzaktan. onlar da sevimli duruyorlardı, sevimli ve zararsız, oldukça zararsız. rüzgar'ın ilk kez adımı haykırışını unutamıyorum, bazen geceleri bir anda duyar gibi oluyorum; meğerse yatağımda olduğumu ve duyduklarımın aslında zihnimin canice bir oyunu olduğunu fark ettiğimde, her defasında aynı korkunç acılar hem ruhumu hem de sanki bedenimi kemiriyor, kendimi uykunun kollarına atana kadar neredeyse canım bedenimden çıkacak oluyor.
"sen de gelir misin" diye sormak ve cevabı benim utangaçlığıma bırakmak yerine direkt "sen de gelsene" demiş olması onun naif kişiliğinin ve ince düşünüşlerinin en kısa örneği gibiydi. ilk görüşümden beri bir şekilde biliyordum onun nasıl hassas bir kalbi olduğunu; tam da bu yüzden onu her görüşümde cılız kollarımla sarmak, bütün pisliklerden ve kötülüklerden korumak, her şeyin geçeceğine inandırmak istiyordum. başını göğsüme yaslasın, yumuşak ve sapsarı saçlarını birbirine karıştırayım, etsiz yanaklarını mıncırayım ve bana, bugüne kadar yaşadığı bütün dehşeti anlatsın, gözlerini delip geçecek gibi fışkıran yaşlarıysa okşayarak kurutayım istiyordum. tüm bunlar içime onu ilk görüşümde doğdu ve tanıdıkça güçlendi.
ben yol boyunca kaykayımı sürmeye devam ettim. arada bir düşecek olduğumda rüzgar'ın koluna tutundum, o'ysa hiç bozuntuya vermedi ve arkadaşlarıyla konuşmaya devam etti. yanlarında fazlalık gibi hissetmiyordum ve bunu en başında sağlayan rüzgar'dı, belki de bu yüzden onu kaybettikten sonra gölgesi üzerimden kalktı ve tüm acizliğim gün yüzüne çıktı. onsuzluk zordu, boşluğunu doldurur gibi hissetmekse daha zordu çünkü bana onun yanından başka yer ayrılmamıştı, o gidinceyse önceden beraber kapladığımız yerde bir başıma kaldım ve koca boşluğunda dolduramadığım yerleri gözyaşlarımla ıslattım. yemek yiyeceğimiz yer ara sokaktaydı ve rezalet derecede ucuz bir yerdi. herkesin yemeğini ben ödedim ve üstelik gereksiz gurur yapan kimse olmadı, necip ya da namıdiğer "neco" ise "kesene bereket hocam, baba parası değil para babası!" diye atıldı hatta. neco diğerlerine göre daha kısaydı, daha zayıftı ve muhtemelen yaşı da küçüktü diğerlerinden. çenesine kadar uzanan saçları ona ayrı bir sevimlilik katıyordu, azcık azcık çıkmış sakallarıysa sanki ona bir tür katılık katmak için ordalardı; güçlü görünmek için, belki de korumak için kendini.
ŞİMDİ OKUDUĞUN
MÜNZEVİ
General Fiction"oğlum biz, insanların duymaya katlanamadığı hayatları yaşıyoruz! anlatsan, duyurmaya çalışsan da inanmazlar; giderler, kutsallarındaki adaleti beklerler yalnızca; biz de bir kurtuluş umuduyla beklerken daha ölmemiş bedenlerimiz çürür, hiç bilinmemi...