devrim'in adını annesi koymuştu. hiç benimseyemediği bu ismi her duyduğunda deliye dönüyor, en fazla "devo" denmesine izin veriyordu. ben bilmeden birkaç defa ona isminin tam haliyle seslendim, sırf bu yüzden başlarda beni pek sevmedi ve mesafemizi korudu. ikinci adı olan Kaan'ı ise dedesi koymuştu ve o, bu ismine alışıktı. ben, ilk defa adı devrim olan biriyle karşılaştığım ve ismi fazlasıyla beğendiğim için ara sıra kendime hakim olamayıp onu öyle çağırıyordum ama sonralarda buna takılmayı bıraktı. yine de bu, yalnızca bana özel bir istisnaydı. bir kere metehan, kaan'ı sinir edip eğlenmek için söylediğinde ağzından burnundan kan gelene kadar dövdü onu. bu elim hadiseden sonra kimse devrim adını anmadı, ortamda devrim'in kendisi yokken bile kullanan olduysa birbirlerini dövdüler. ironiktir ki, benim hatırımda hâlâ devrim olarak kazılı; belki de hiç dayak yemediğimden.
kaan, teması hiç sevmezdi. ayrıca fazlasıyla uyku problemleri vardı, bal rengi gözleri her uykusuz kalışında en açık tonuna kadar sarılaşırdı. göz altları sürekli şişikti. kötü beslenmelerine karşın vücudu iri yapılı ve kaslıydı, normalinden büyüktü ebatları. bir defasında elini kafama koyarak ölçtüğünde avucunun içi yüzümden daha büyük çıkmıştı, herkes bayılana kadar katıla katıla güldü. canım sıkıldığında dizine tırmanırdım, güreşir gibi yapardık. tek koluyla beni idare ederdi, bıktığındaysa bir köşeye fırlatırdı ve oyunumuz böylece biterdi. yanlarında, normalde hiç yapmayacağım aptal aptal hareketleri büyük rahatlıkla yapıyordum ve eve yalnız döndüğümde bile bir utanma duymuyordum, sadece onları bir daha göreceğim anı bekliyordum. bana verdikleri tek olumsuz his, özlemdi. hâlâ da öyledir.
günlerden bir gün kaan'ın okuldan atıldığını sınıfımdakilerden duyup doğruluğunu teyit etmeye koştuğumda ikinci bir kez şaşırdım çünkü doğruydu. tam sebebini rüzgar anlattı bana, kaan'ın nasıl okulun kantin sırasında bir on birinci sınıfın önündeki onuncu sınıf kızı göz göre göre taciz edişine şahit olduğunu ve kendini tutmayıp (tutamayıp değil tutmayıp olduğunun özellikle altını çizmek istiyorum) onu yakınlarındaki buzlu camdan duvara vura vura yere indirmek suretiyle dövdüğünü ve onları anca üç-dört polisin beraber ayırabildiğini uzun uzun anlattı. tüm detaylarıyla anlatmıştı çünkü başka şeyler duyup kaan'dan korkmamı istemiyordu. benimse, bunları öğrendikten sonra kaan'a karşı halihazırda duyduğum sevgi defalarca kez katlandı. ondan korkmak ne haddime, uykumda bile güvenirdim. zamanla o da bana aynı şekilde güvendi.
bu hikayeyi rüzgar'dan dinlediğimde henüz ortaokuldaydım, onları yeni tanıyordum. en fazla birkaç haftadır tanışıyorduk, bu sebepten eğer korkup kaçacak olsaydım haklı sayılırdım. ancak aksine, ben onlara daha çok bağlandım. onlar dışında "arkadaşım" diyecek kimsem yoktu. utandığımdan ya da arkadaş edinecek kapasitem olmadığından değil ama istemiyordum, herkes yabancı gibi geliyordu ve yanlarında kendimi beğenmiyordum. ders aralarında tek başıma kitap okurdum ya da okulun bahçesine gizlice soktuğum hayvanlarla uğraşırdım. resmen zorla benimle arkadaş olmuş birkaç kişiyle arada sırada muhabbet ederdim ve nedense bu halim, o yaş aralığındaki çocuklar arasında pek havalı bulunurdu. elimdeki bu gücü zamanla, rüzgar'dan öğrendiğim gibi, mecburiyetten yalnız gezenleri kazanmak için kullandım. onları birer hazine gibi buldum ve içlerini açtım, nihayetinde tüm gerçek arkadaşlıklarımı rüzgar'a borçluyum.
onları sekizinci sınıfın sonlarında, yaz tatiline çok az zaman kala tanımıştım ve acayip kısa bir zaman diliminde birçok anı biriktirmiştik. bunlardan en vahimi kaan'ın liseden atılışı ve birkaç gece nezarette kalışı olmuştu pek tabii. çok üzülmüştüm ve içim içimi yemişti. ağlayarak anneme yalvardığımı hatırlıyorum, bir şeyler yapsın diye, o da ne yapacağını bilemeyip babama söylemişti. babam gitti ve çıkardı kaan'ı, o sırada annesiyle tanıştı. kaan'ın bir annesi olduğunu böylece öğrendim. sürekli "kimsesiz" diye anılan çocukları öyle kabul etmiştim bu yüzden onun da bir kimsesi olabildiği fikrine alışmam uzun sürdü. annesi öyle, çaresiz kalmış ya da cahil bir kadın değildi. kendi resim atölyesi vardı ve resim öğretmenliği yapıyordu, öğrencilerini çocuğu gibi seviyor hatta gerektiği yerde annelik ediyordu ama nedense aynı anneliği kendi oğluna yapamamıştı. rüzgar'a sordum tabii, aklımda ne varsa çekinmeden ona sorardım, bıkmadan anlatırdı bana. anlattığına göre annesi kaan'dan korkuyordu, tehlikeli bir çocuk olduğunu hatta şizofreni hastası olduğunu söylüyordu. gittiği hiçbir doktor annesinin koyduğu bu teşhisi onaylamadı ama annesinin yaftaları kaan'ın peşini bir türlü bırakmadı. yetimhanedeki odası da bu yüzden tek kişilikti, diğer çocuklara zarar verir belki diye onu bir canavarı kafesler gibi, herkesten ayrı bir odaya mahkum etmişlerdi.
ŞİMDİ OKUDUĞUN
MÜNZEVİ
General Fiction"oğlum biz, insanların duymaya katlanamadığı hayatları yaşıyoruz! anlatsan, duyurmaya çalışsan da inanmazlar; giderler, kutsallarındaki adaleti beklerler yalnızca; biz de bir kurtuluş umuduyla beklerken daha ölmemiş bedenlerimiz çürür, hiç bilinmemi...