3

17 6 0
                                    

Johnny

Kahrolası insanlar ve aşırı kalabalık, sıkış tıkış, gürültülü şehirleri beni en sinir eden on şey listesine kafadan girerdi.

Batakhaneden hallice olan barın gölgeler arasındaki köşesinde otururken insanların bardan masalarına doğru koşuşturmalarını izliyordum. Mesai gecesi denilen o gecelerden birini yaşadığım için kaç tanesinin düşe kalka gece yarısı trafiğine çıkacağını ve beş para etmez manasız yaşamlarını sona erdireceğini düşündüm. Vay canına, bu benim için bile fazla karanlık bir düşünceydi. Kötü bir günümdeydim.

Şehirlerden nefret ediyordum, özellikle de düşmanlarımın bolca yaşadığı şehirlerden. Kalabalığı incelerken birkaç tanesi gözüme ilişmişti. İçime o ani kasılma yerleşirken dudaklarımda soğuk bir gülümseme belirmek üzereydi.

Gözlerim hassastı. Her canlı, etrafına enerji dalgaları yayardı. Enerjiyi aura biçiminde algılardık, ruh haline ya da duygulara bağlı olarak değişen renkler enerjiyi beslerdi. İnsanlar genellikle tek seferde yalnızca bir renk yayarlardı. Luxenler ise mutlu mu mutlu salak gökkuşakları gibiydiler. Bu yüzden yakınlarda beta kuvars yoksa onları gördüğümüz an Luxenleri kolaylıkla tespit edebiliyorduk. Bu kristal, Luxenlerin yaydığı dalgaları bozuyor ve insanların dalgalarıyla karıştırarak onları normalleştiriyordu.

İçtikleri biraları masaya gürültüyle indiren şu üç üniversiteli erkeğin etraflarındaki dalgalarda bir farklılık görmemiştim ama aptal değildim. İsterlerse beta kuvarsı alıp götlerine bile sokabilirlerdi ama onlardaki tuhaflığı gözden kaçıracak değildim. Gökkuşağı gibi rengarenk dalgalar yaysalar da yaymasalar da, insanların arasında farklılık gösterirlerdi. Ortalama insanlardan daha kusursuz olmaları ya da yüz hatlarının bununla ilgisi yoktu. Farkı yaratan sarhoşken dahi kendilerini dağıtmamalarıydı. Onları çevreleyen bir küstahlık, insanlar tarafından taklit edilemeyecek bir üstünlük havası vardı, zira Homosapiense kıyasla Luxenler üstün bir ırktı.

Ne var ki bara en yakın masada oturan bu üç zibidi orada olduğumu bilmiyorlardı ve benim varlığım onları besin zincirinin en tepesinden bir anda indirivermişti. Üzerimdeki opal taşı sayesinde Luxenler benim gerçekte kim olduğumu anlayamıyorlardı.

Biramdan bir yudum alıp sendeleyerek geçen Luxenleri izlemeye devam ederken bir tanesi duraksamış, gözlerini kısarak etrafa bakınmıştı. Bir şeyler sezmiş olması gerekirdi. Fakat sonra dışarı çıkıp arkadaşlarına katıldığında barın kapısı kapanırken içeriyi yanmış metal kokusu dolduruyordu.

Sırf biraz gülüp eğleneyim diye arkalarından gidesim geldiği olurdu. Ancak şişeden bir yudum daha alırken bunun kötü bir fikir olacağını biliyordum. Onaylanmamış Luxen avı şimdilik görev listemde yoktu.

Kapı bir kez daha açıldığında bu defa beklediğim kişi karşımdaydı. Savunma Dairesi'nin iki memuru bara girerlerken yaşlı olanı seyrelmekte olan kalabalığa kaşlarını çatarak göz gezdirdiğinde bakışları benimkilerle buluştu. Kaşları daha da çatılmıştı.

Dudaklarımda yarım bir sırıtışla şişemi Memur Cheolsoo'ya doğru kaldırdım. "N'aber ortak?"

"Görevdeyken içki içmen doğru mu?"

"Siktir."

Daha genç olan memur dudaklarını sıkıca birbirine bastırarak başını çevirdi. Onlar masanın başında dikilirken yüzümdeki sırıtma genişlemişti. Cheolsoo başını eğip ayakkabılarımın bastığı bar sandalyesinin yatay demirine baktığında, ben ayaklarımı indirmeden kıyametin kopması gerekiyordu.

"Bu gece havanda olduğunu görmek ne güzel." Cheolsoo diğer memura bir işaret yaptı ve o da kendine bir sandalye çekti. "Bir gün bu tavrın ve ağzıbozukluğunla başını belaya sokacaksın."

Asenis-σκιά - johnjaeHikayelerin yaşadığı yer. Şimdi keşfedin