"Sizi anlıyorum ama Hyunjin bunu yapacak biri değil."
Chan, ben sinirden köpürürken bilmem kaçıncı açıklamasını yapıyordu karşısındaki Kento Hoshi'ye. Üçümüz - ya da sürekli saldırmaya çalıştığım için kolumu tutan iki askerle beşimiz - bir odanın içinde, neredeyse bir saat önceki mevzu için toplanmıştık.
"Askerinize güvenmenizi anlıyorum," dedi Hoshi, gözleri bir saniye bile bana değmedi. "Fakat odama ondan başka kimse girmedi, o saat oradaydı Komutan Bang."
Ağzımı kapatmayı unuttukları için iğneleyici bir sesle konuştum. "Ya da o saati sen kaybettin ve farkında değilsindir." Konuşmamla beraber Chan'ın ateş saçan gözleri beni buldu. Bu 'sus' demekti, sus.
Kento Hoshi yine ve yine bana bakmadı, oysa benimle göz göze gelmekten kaçınmazdı. Şimdi de baksın istiyordum, baksın da göstereyim ona ondan ne kadar nefret ettiğimi, eşyasını çalacak kadar sevmediğimi görsün istedim. Bakmadı, bakmalıydı.
O saçma sapan saat her ne delikte ise bende değildi, tüm eşyalarım tüm üstüm aranmıştı ama bizde değildi. Onun odasına girdiğim doğruydu fakat o saati ben almamıştım. Masanın üstünde bir saat vardı evet, yarım yamalak hatırlıyordum ama bende değildi işte.
"Karargah aranıyor," dedi Minho. "Fakat askeriniz şu an bu ülkeden çıkamaz."
"Hah!" Başımı geriye atıp söylenerek elimi kurtarmaya çalıştığımda kolumdan tutanlar hayvan gibi güçlü olduğu için bir şey yapamamıştım, ben Japonya'dan nefret ettikçe o benim peşimi bırakmıyordu.
Chan bizim ülkeyle iletişime geçtiği sırada ben atıldığım odada sadece küfürler ederken ne kadar süre geçtiğini bilmediğim bir zaman sonrasında kapı açılmış, askerler ile beraber tekrar Hoshi'nin odasına götürülürken odada Chan ve ben kalmıştık önce sadece.
"Saçma sikim bir saat," dedi. "Burada kalacaksın bulunana kadar, bir iki güne ortaya çıkar zaten. Benim bir an önce belgeleri teslim etmek için dönmem gerek." Sadece susmuş ona bakarken devam etti. "Bir şey olmayacak sana, Hoshi ile bu konuda anlaştık. Sadece bir iki gün burada kalacaksın."
Ben gerçekten sakin bir insan değildim, olmak için çabalasam bile hayat bu şansı elimden alırdı, aynı şu anki gibi. Karşı çıkabilirdim, gerçekten karşı çıkıp ortalığı yıkabilirdim ama yapmadım. "Tamam." dedim sakince ve bu Chan'ın kaşlarını çatmasına sebep oldu. "Saçma sapan bir şey yapma."
"Yapmam."
"Sakın Hwang." Sesindeki 'sana asla güvenmiyorum' tınısını anlamamak için sağır olmak gerekirdi, gözleri bile yetiyordu bunu anlatmak için aslında ama "Tamam," dedim sakince. "Tamam, bir şey yapmayacağım. İki gün sakince durağacağım."
"Ulan ben senin tipini sikeyim," diye ani bir küfür etti bu sefer. "Bir insan hiç mi güven vermez lan? Oğlum yemin ederim zerre güven vermiyorsun, biz aramızdaki o güven duvarını hangi ara bu kadar yok ettik?"
Belki de gülmem gereken bu cümleler bu sefer yüzümde mimik oynatmazken Chan birkaç şey daha zırvalayıp gittiğinde Japonya'da tek başıma kalmıştım. Sırtımı tutulduğum odanın duvarına yaslarken birkaç saat yalnız kaldım, bu da tepemi attırdı tabii.
Sonra yine Hoshi tarafından çağrıldığımda o iki asker kolumu tutuyordu, odasının önüne geldiğimizde "Gel," sesi ile kapı açılmış, askerlerle beraber içeri girmiştik. Kento karşımıza dikildi.
"Çıkın siz." dedi askerlere doğru. Askerler selam verip ilerlemeye başladılar, onlar ilerlerken gözlerim üstlerindeydi. Bizzat başımı çevirmiş bir şekilde izlerken kapı kapandı.

ŞİMDİ OKUDUĞUN
die with a smile, hyunho ✓
Fiksi Penggemareğer dünyanın sonu olsaydı, ben senin yanında olmak isterdim. | angst with happy ending