Privet Drive'a giden trene bindikten sonra garip bir hüzün hakim olmuştu. Hani yolculuk yaparken hakim olan saçma bir duygusallık var ya, onun içine girmiştim. Kendimi garip hissetmiştim.
Yolculuk boyu pek konuşmamıştık. Zaten arkadaş olduğumuz söylenemezdi ve konuşkan değildi. Bende nasıl konuşmaya başlamam gerektiğini bilemiyordum. Çok garip bir durum içinde yolculuk bitti.
Yolculuktan sonra annem eve geldiğimde çok telaşlıydı ama başıma bir şey gelmediği için de pek umursamadı. Bir an da o kadar umursamaz bir yapıya dönmüştü ki şaşırıyordum. Mektubu aldığımı söylediğinden beri böyleydi.
Sandığımın içinde eşyalarım etrafa serilmişti. Onları sürekli karıştırıp kontrol ediyor, listede bir eksik var mı diye bakıyor, ders kitaplarını inceliyor ve günün yarısını onlarla geçiriyordum. Sihir dünyası o kadar eğlenceli ve karmaşıktı ki kitapları okurken inanamıyordum. İksir yapma: o kadar çok çeşit iksir vardı ki. İksirler sadece filmlerde olur sanırdım eskiden. Her çeşit büyü vardı ve bir kaç anlamsız sözcük söylemekle bitmeyen zor bir iş gibi gözüküyordu.
Ben eşyalarla zaman öldürürken tarih okula yaklaşmıştı. O kadar panik yapıyordum ki her gün bileti kontrol ediyordum.
31 Ağustos'da King Cross istasyonundan Peron 9¾ den kalkan Hogwarts Expressine, saat 11.00'de binecektim. Tabiki de babam istasyona bırakacaktı. Babam Peron 9¾ deyince biraz kuşkulanmıştı ama onun da bir sırrı olduğuna emindim çünkü sihir dünyasına elini kolunu sallaya sallaya giremezdin sonuçta.
Sandığımı son kez özene bezene toparladım. Üzerime kıyafetlerimi giydim. Cübbe giymek istesemde insanların garip bakışlarına maruz kalmamak için onu sihir dünyasında giymeye karar verdim. Büyük bir ikileme düşsem de sonuçta, giymedim.
Sandığımı arabaya yükledik ve babam beni King Cross istasyonuna bıraktı. Son kez sarıldık.
King Cross istasyonundayken 9¾ diye bir peron aramaya başladım. Öyle bir peron yoktu. 9 ve 10. peron vardı ama onun arasında öyle bir peron yoktu.
İnsanlara da sormaya çekiniyordum. Zaten annem bu yüzden beni hep azarlardı. İnsanlardan yardım istemeyi sevmezdim.
İyice telaşlanırken, tanıdık sesler duydum. Başımı çevirip o yöne yaptığımda, Vernon Dursley ve Harry'ye gördüm. Demek sonunda onu okula götürmeye karar vermişlerdi, çok şükür.
Vernon -Al bak. Dokuzuncu peron (eliyle kocaman 9 yazısını gösterdi) ve onuncu peron (10 yazısını gösterdi). Bir yerlerde 9¾ diye peron varsa gidersin. O da ikisinin arasında bir yerlerde olmalı da herhalde daha yapıp bitirememişler.
Alaylı alaylı gidecekken sandığımı sürüyerek yanına gittim.
Maggie -Mr. Dursley?
Arkasını döndü. Yüzü öfkeden kasılmıştı. Berbat görünüyordu.
Vernon -Ne var, ne, ne, ne? Sizin gibi anormallerle işim yok benim. Seni de saygın bir iş adamının normal bir kızı zannetmiştim! Sende (iğrenerek baktı) o mektubu almışsın herhalde. Ait olduğunuz yere gidin şimdi!
Maggie -Özür dilerim diyecektim. Ne kadar öfkelensemde sizi boğmaya hakkım yoktu. Kusura bakmayın.
Öyle alaycı bir ifadeyle demiştim ki renkten renge girdi. Yumruklarını sıktı kendini zor tuttu.
Vernon -Elimden bir kaza çıkmadan gidin!
Sinirle bir şeyler söylenerek gitti. Kapıyı çarparak arabasına bindi.
Harry -Neyseki gitti. Şu peronu bulabildin mi?
Maggie -Hayır. 9 ve 10 var ama 9¾ diye bir peron yok...