Karanlık... Sonu olmayan, ebedi bir boşlukta süzülen bir ışık hüzmesi gibi hissettim kendimi.
Ben kimim?
Hatırlamaya çalıştım, ama yapamadım. Belleğimde hiçbir iz yoktu. Bilgisizlik, içimi korkuyla doldurdu; çaresizliğin soğuk elleri bedenimi kavradı. Kimdim? Nereden gelmiştim? Neredeydim? Zihnimde ardı arkası kesilmeyen sorular beliriyordu, ama hiçbirine bir cevap bulamadım.
Ta ki o ana kadar.
Bir anda karanlığı delen, derin ve sonsuz bir ışık etrafımı sardı. Karanlık eriyip gitti, yerini parlak bir beyazlığa bıraktı. Saf ve tarifsiz bir beyazlık... Etrafıma baktım ama hiçbir şey göremedim. Sadece beyaz, uçsuz bucaksız bir boşluk.
Tam o anda, ince bir "tıp" sesi yankılandı ve tüm alan dalgalanmaya başladı. Zeminde beliren bir figür gözüme çarptı. Şaşkınlıkla bakakaldım. Yansıyan yüz... benimdi. Ya da olması gerekiyordu. Ama yüzüm yoktu.
Bedenim ise karanlıktı. Bir insan formunda olmama rağmen, sanki bir gölgeden ibarettim. Hiçbir ayrıntı yoktu, sadece derin bir karanlık. Tam o anda, bir ses zihnimin derinliklerinde yankılandı.
Ses, ruhumda yankılandıkça, beyaz alanı gri sisler kaplamaya başladı.
Sisler yavaş yavaş dağılırken, beyaz mermerden yapılmış devasa sütunlar birer birer ortaya çıkmaya başladı. Her biri o kadar görkemliydi ki, sanki yüzyıllardır bu boşlukta duruyorlarmış gibi sağlam ve ihtişamlıydılar. Sütunlar, bir tapınağı andıran düzenle tüm alanı çevreliyordu; büyüklükleri insanın ufkunu aşıyordu, sanki gökyüzüne uzanıyorlardı.
Tam o anda, alanın ortasında büyük bir hareketlenme oldu ve sütunların arasında, devasa oval bir masa belirdi. Masa, boyutlarıyla neredeyse sonsuz gibiydi; yüzeyi pürüzsüz ve soğuktu, sanki evrenin tüm sırlarını saklıyor gibiydi. Bu masanın varlığı, daha derin bir anlam taşıyor olmalıydı—bir toplantı, bir hesaplaşma ya da bilinmeyenin masası.
Her şeyin ortasında bu masa dururken, etrafı sessizce izledim. Bu sütunlar, bu masa… Tüm düzen, içimde bir beklenti uyandırıyordu, ama ne olduğunu tam anlamıyla kavrayamıyordum.
"Masa mı?" diye düşündüm. Dudaklarım kıpırdamamıştı, sadece zihnimde bir yankıydı bu kelime. Ama o anda...
"Hoş geldin."
Ses, varlığını tam olarak hissedemediğim bir yankıydı, ama ne demek istediğini net bir şekilde anlamıştım.
"Hoş buldum," dedim içimde bir yerden gelen bir itaatle. Ardından sordum, "Burası neresi?"
"Bilmene gerek yok."
Bu cevabı duyunca, tüm varlığım sarsıldı. Cevap, beklentilerimin ötesindeydi; bilinmezlikle kaplıydı.
"Sadece seç ve oyna."
Bu sözlerle birlikte, kendimi bir anda devasa masanın önünde buldum. Her şey o kadar hızlı olmuştu ki sanki oraya sürüklenmiştim. Aklımda yankılanan tek soru vardı: "Sen kimsin?"
Ama bu soruya bir yanıt alamadım. Cevapsız bırakılmış, yalnızca varlığın ve bilinmezliğin içine itilmiştim.
Tam o anda, önümde sembollerle süslenmiş sayısız kart belirdi. O kadar çoktular ki, sayılarının sonsuz olduğunu düşünebilirdim—ama bunu asla kanıtlayamazdım. Kartlar, önümde sonsuz bir seçeneğin kapılarını aralamış gibiydi.
"Seç," dedi içimde yankılanan o ses.
Dediğini yaptım. Bir kart seçtim.
Seçtiğim kart, parlak bir ışıkla parıldadı ve gözlerimi kamaştırdı. Beni tamamen kör edecek kadar güçlü bir ışıktı bu.
"Fallen…" diye fısıldadı o tanıdık ses zihnimde yankılanarak. "Yazgı bitmiştir."
Ne olduğunu bile anlamadan, varlığım kayboldu. Zihnim ve bedenim bir anda silindi, bir boşluk içinde yok oldum.
"Demek buna karar verdin... Yüce. "
*
Derin bir uykudan uyanmış gibi gözlerimi araladım. Gözlerimi açıp çevreme baktım, zihnimde dehşet verici bir acı belirdi. "Neredeyim ben?" dedim, dudaklarımı aralayıp sesimi yükselttim.Etrafımda beyaz kıyafetler giymiş insanlar ve televizyon gibi normal bir oda için fazlasıyla lüks eşyalar vardı. Ancak bu detaylara odaklanacak halde değildim; başım sanki bir çekiçle vurulmuş gibiydi. Aniden dehşet verici bir baş ağrısı ile yere yığıldım ve elimle bir vazoya çarptım. Fakat vazoyu düşünemeyecek kadar başım çatlamak üzereydi. Acı, sanki dünyanın üzerindeki tüm işkencelerden daha kötüydü. Yakılmak, kesilmek… Hepsi, bu acının yanında hafif kalıyordu.
Tam o anda, dünyam dönmeye başlarken ahşap kapı aralandı. Kapıdan, takım elbiseli bir adam ve hizmetçi kıyafetleri giymiş birkaç kadın içeriye doğru koşmaya başladılar. Saniyeler içinde kolumda bir iğnenin acısını hissettim.
"Genç efendi, lütfen dikkatli olun," dedi biri, sesi benim duyamayacağım kadar derin ama yine de içimde bir yerlerde yankılandı.
Peki… Genç efendi kimdi? Ben mi? Zihnimdeki sorular, başımın yarattığı acıyla birleşerek daha da karmaşık bir hale geliyordu. Burada ne işim vardı? Bu insanlar kimlerdi? Beni niçin bu şekilde karşılıyorlardı?