Bol yıldızlar ve yorumlarla okumanız dileğiyle...
Bahar yaprak dökmedi.
Kışta yağmadı, kar.
Yaz gelmedi, güneşte parlayan kehribarlarına...
Yanık izleri avuç içlerinde
Kurt'tu.
Yağmurun bile dindiremediği yangında bir başına...
Ve Gül'ün uğruna...
Elindeki deftere kazıdığı yazıları kâğıdı yırtmak istercesine sildi, elindeki siyah silgiyle.
Masal bitmiş ve perde kapanmıştı. Kurt yüzünden... Gül'ün dikenleri körelmiş, solmuştu hemen ardından.
Karanlığında en ufak ışık sızıntısı dahi yoktu. Bir peri masalı gibi geçen yıllardı, geçmişi. İnanmıştı çocuk, bir zamanlar masallardaki prensesin gerçekliğine. Kanmıştı, kalbi. Masum bir çocuk olan prensese. Büyümüş, belki de prensesine gün gün yaklaşmıştı geçmişi. Çok şey sayıklamak istiyordu, erken büyümek zorunda kalan genç çocuk. Sayıklayamadı. Hatıralarıyla denizin kıyısından geriye döndü, her saat başında.
Ve kimse bilmedi, kaç kez o kıyıda ölmeyi yeğlediğini.
Oturduğu bankta, kafasındaki kapüşonunu indirerek, kumral dağınık saçlarına elini geçirdi. Gözlerini kısa bir an kapattı. Denizin sesini dinledi. Bir nebze de olsa vicdanına serinlik serpildi. Hırçın dalgalardı ancak ferahlatıyordu, göğsündeki yüke rağmen. Hayatına dokunabilmiş insanlar gibi hissettiriyordu, karşısındaki berraklık. Saf, temiz... Bembeyaz. Kirden uzak. Ondan uzaktaydılar. Hepsi.
Yutkundu.
Saçındaki elini usulca indirerek, lekelerin belli olmadığı defterine sarıldı. Koca İstanbul'da ona dar gelmeyen tek yerdi, bu kıyılar. Suyun olduğu yerde, Gül çabuk büyür diyerek umut besliyordu. Biliyordu suyun fazlası gülü soldururdu. Onun Gül'ü ne hale gelmişti?
Aklından çıkmayan kız çocuğu içindi... Birisinden birisi hayatına karanlığı katmak zorundaydı. Seçim hakkı kendine tanınmıştı ve cevabı da belliydi. Bir çocuğun gözlerine feda ederdi, kendini. Işıl ışıl parlayan gözleri söndüren olacağını biliyordu. Ancak karanlıkla savaşacak kadar büyük olmadığını da biliyordu. Karanlık... Masallardan uzaklarda... Gerçekti. Güzelleştiremeyeceği yerdi.
Ayağa kalktığında, garip giden durumu fark ettiğinde bir elinde defteri diğer eliyle kapüşonun tekrar kapattı. İlerledi. İlerledi. İlerledi. Onu gizlice izlediğini düşünen adama. Ayakları hemen önünde mıhlandı. Kafasını kaldırarak karışışındaki sarsılmaz görüntünün altındaki enkazı bildiği için ürkmüyordu. Başını kaldırdı. Gözlerini avına odaklanmış bir Kurt misali dikti, adama. Ne var, diyordu kendince. Uzun cümleler kurmayalı ne kadar olmuştu, sayıyordu; İki bin dokuz yüz yirmi gün... Kalbinin yakıldığı günden beri.
Gözlerindeki sertlikten ödün vermeyen adam, "Kurt Sungur..." demişti. O anda gözleri bir ateş çemberine belendi. Kıyımın ucuna adımlamıştı adam. Bile isteye. Çocuğun içindeki öfke lazımdı, onlara.
Defter bükülmüştü. Ellerinin geldiği yumruk yüzündendi. Bir adımda adamla boyları eşitlenmese bile kazanmış olan gençti. Çünkü kısasa kısastı. Yanan yakmalı, solan soldurmalı... İki beden geride kalmış yitik enkazdı. Fark gencin göğsündeki dinmek bilmeyen ateş, enkazına ağır geliyordu.
![](https://img.wattpad.com/cover/376115736-288-k133799.jpg)
ŞİMDİ OKUDUĞUN
PİNHAN
General Fiction"Bana bak! Benim askerimi tehdit edip, hiçbir şey olmamış gibi üste çıkma!" dediğinde kalın sesi bedenime hükmetmiş gibiydi. Tuhaftı ki bedenim sesine, beyaz bayrak sallamak için harekete geçmek üzereydi. Gerilen vücudum ile aniden aklıma gelenleri...