Uzun koridor boyunca yanan mumları takip ederek binadaki en büyük kapının önüne geldi. Gözlerinden kararsızlık aksada bunu yapmak zorunda olduğunu biliyordu genç büyücü. Hayatı, belkide sevdiklerinin hayatları buna bağlıydı. Bütün cesaretini toplayarak kapıyı tıklattı. Kulaklarını dolduran tanıdık sesi duyunca yavaşça kapıyı açtı. Ilk karşılaştığı gözler kırmızı gözler oldu, ardından kendi gözlerine benziyen babasının gri-mavi gözleri.
Kırmızı gözlere tekrar odaklandığında boğazının kuruduğunu hissetti. Soğuk, bütün bedenini yorgan gibi sarmıştı. Dudaklarını araladı ama konuşabileceğinden emin değildi.
Fısıltıyla konuşan insanlara baktı, hepsi birbirine anlamsız bakışlar atıyor, genç büyücüyü inceliyordu, ardından onların arasında gülümseyen annesini gördü. Gülümsedi ama dudaklarının tam olarak kıvrıldığından emin değildi. Aslında şuanda hiçbir şeyden emin değildi.
Bunu yapmak zorunda mıydı? Bilmiyordu. Yaptıklarına değecek miydi? Cevap yok.
Kırmızı gözlere baktı. Acımasızlığın renk bulmuş hali kırmızı gözler...
Bir çok şey kaybedip, şimdilik fazlasıyla şey kazanan kişinin parlayan kırmızı gözleri...Ayaklarındaki gücü toplayarak kırmızı gözlerin sahibine doğru yürüdü. Bu kırmızı gözler bir bakıma güzeldi, ateş gibi parlayan gözler onu güçlü gösteriyordu ama aynı zamanda içinde bütün kötülükleri taşıyordu. Her attığı adımda onun yaptığı kötülükler tek tek gözünün önünden geçti.
O katildi.
O güçlüydü.
O acımasızdı.
Sadece bu üç şey bile ona hizmet etmek zorunda olduğunu gözler önüne seriyordu.
Efendisinin dudaklarının kıvrıldığını farketti genç büyücü. Çocuğun gözlerindeki bomboş ifadeyi görmüş, gözlerinin arkasında sakladığı kararlılığı sezmişti.
Çocuk bir iki adım daha atıp eğildi. Gözlerini kapatmış efendisinin dudaklarından dökülecek görevini bekliyordu. Bir an önce görevini öğrenip gözlerden uzak bir yere gitmek istiyordu. Her şey beklediği gibi gidiyordu. Bir ölümyiyen olmuştu ve birazdan ilk-hayati önem taşıyan-görevini alacaktı.
Bu düşünce onu dehşete düşürmüyordu çünkü çocukluğundan beri böyle bir şeyin gerçekleşeceğini biliyordu. Daha küçükken babası ona defalarca Voldemort'u anlatmıştı.
Küçükken diğer çocuklar gibi anne-babasına hayran olacağına o, Voldemort'a hayran olmuştu. Tabii, gerçekleri Voldemort'u gercekten tanıyınca anlamıştı.
O güçlüydü ama aynı zamanda korkaktı.
O katildi ama aynı zamanda onu öldürebilecek olan herkesden saklanıyordu.
O acımasızdı ama hala annesini arayan küçük çocuğu kalbinin derinliklerine saklıyordu.
"Draco." dedi Voldemort. Dudaklarında hala belli belirsiz gülümseme vardı ve genç büyücüyü inceliyordu. "Görevini merak ettiģini biliyorum."
Kapalı olan gözlerini açtı Draco. Bir cevap vermesi gerekiyordu ama sanki kelimeler beyninde birbirine düğümlenmişti. Ne düşünürse düşünsün dili bunu söylemesine izin vermiyordu.
"Görevin buradaki herkesin yapacaklarıdan çok daha önemli." diye devam etti Voldemort. Görevinin önemini vurgulamak için yüksesk sesle söylemişti, ardından odadakiler tekrar fısıldaşmaya başladı.
Draco hafifçe başını kaldırıp babasına baktı. Dudaklarında beliren gülümsemeye karşın Draco'da gülümsemeye çalıştı. Babası mutluysa onunda mutlu olması gerekiyordu.
"Bu görevi bana verdiğiniz için çok minnettarım Efendim." dedi Draco sanki babasından güç almış gibi.
Voldemort elini kaldırarak ćocuğun yüzüne dokundu. Ellerindeki sogukluk, güç ya da herneyse Draco'nun ürpermesine neden oldu. Mavi gözleri kırmızı gözlere bakacak şekilde kaldırdı. Draco aynı bomboş ifade ile gözlere bakıyordu. Tek istediği bir an önce görevini ögrenmek, onu bekleyen olayları farketmek istiyordu.
"Gözlerinde çok güç var Draco." dedi Voldemort. "Bu görevi başaracağından eminim. Dumbldore'u öldür." Görevi söylerken heceleyerek söylemişti Voldemort
Bomboş bakan gözler yavaşça büyüdü. Her şeyi bekliyordu, hatta sevdiklerinden birine zarar vermeyi bile bekliyordu ama Dünya'nın en güçlü büyücüsünü öldürmek hayal gücünün sınırlarını aşıyordu.
Voldemort'un dudaklarında tekrar bir gülümseme belirdi, ama bu gülümseme bütün samimi gülümsemelerden kilometrelerce uzaktı.