Beşinci Bölüm

31 2 0
                                    

    Telefonun alarmıyla uyandım. İşe geç kalmıştım. İlk işim duşa girmek oldu. Yekta not bırakmıştı:
    "Aşkım, o kadar güzel ve derin uyuyordun ki uyandırmaya kıyamadım. Benim bugün toplantılarım olduğu için erken çıkıyorum, daha sonra görüşmek üzere sevgilin Yekta."
    "Neden kaldırmadın ki?" dedim kendi kendime. İş yerini aradım. Murat Bey'in geç geleceğini öğrenince şirkettekilere durumu anlattım. Anlayışla karşıladılar ve idare edebileceklerini söylediler. Evde kimseler yoktu. Hemen hazırlanıp kendi evime geçtim. İş yerine gidince içime bir boşluk duygusu yerleşmişti. Masada projeler, kâğıtlar, ıvır zıvırlarla dolmuştu. Bir yandan evin iç mekânlarını çiziyor, bir yandan da dün dinlediğim acılı şeyleri düşünüyordum. Sonra iş yerindeki insanlara baktım. Hepsinin yaşadığı tek bir özelliği vardı. Çalışıp para kazanmak... Kim bilir onların hayatlarında neler olup bitiyordu?
    Çizimleri bitirip oturduğum koltukta, gözlerimi kapadım.
    "Simay iyi misin?"
    Gözlerimi açınca karşımda Bülent'i gördüm.
    "İyiyim Bülentciğim, sen nasılsın?"
    "Sağ ol, iyiyim."
    Bülent, üç kızın arasında çalışan tek erkekti.
    "Bülent, şu Atilla Altıkat mevkiinin oralara yapılan otelin çizimleri nerede?"
    "AutoCAD dosyasının içinde olması lazım."
    Teşekkür edip çizimlere kaldığım yerden devam ettim. Yirmi dakika sora işlerin bir kısmını bitirdim. Karşı masada oturan Zehra yanıma gelip oturdu. Halimi hatırımı sordu. Yüzeysel bir şekilde cevapladım onu. İş arkadaşlarımla pek aram yoktu ve bana çok yavan gelirdi davranışları. Yine de telefona uzanıp Leyla Hanım'dan iki kahve söyledim. Karşılıklı oturup muhabbet ettik. Kahve eşliğinde uzun süre işlerden konuştuk. Sonra bana,
    "Hadi işi falan boş verelim biraz. Neler yapıyorsun? Şu son aylarda pek bir ketum gördüm seni."
    "Yok canım sende, ketum olmam için bir sebep yok ki ortada."
    İmalı bir şekilde yüzüme baktı.
    "Ne bileyim öyle geldi bana," dedi.
    Şuna bak ya! Sana ne benim ketumluğumdan, gizli yaşamımdan. Ne ilgilendirir benim yaşantım sizi! Siz kendinize bakın önce. Ben karışıyor muyum hayatınızın nasıl gittiğine? Yıllardan beri sinir olmuşumdur böyle tiplere. Ben size karışmıyorsam, uzak duruyorsam, bir bildiğim vardır elbet.
    "Sen merak etme tatlım, yaşantım ve huzurum gayet yerinde."
    "İyi madem..."
    Dudaklarını büzüştürdü ve yerinden kalktı. Sanki benim tüm dertlerimi çare olacakmış gibi, bir tavır sergiliyordu. İnsanlar bu cesareti nereden buluyorlardı acaba? Ya da ben mi bu kadar abartıyordum insanlara karşı yakınlaşmayı. Her hareketinde bir fenalık geliyordu aklıma. Bizimkilerin ölümünden sonra psikolojim altüst olmuştu zaten. Bir de Ahmet'in ihaneti üzerine eklenince acılarımı bir kat daha arttı ve omuzlarıma daha ağır yükler bindi. Taşınmayacak kadar ağırlaşmıştı. Sanırım tükenmişti pilim ve kimseye karşı sevecen yaklaşamıyordum. Hiçbir şey net gelmiyordu artık gözüme. Bir yanım mutluyken diğer yanım kara bir bulutun içinde kaybolmuş gibiydi. Eskisi kadar işlere de yoğunlaşamıyordum ama mecburen gelmek zorundaydım, yaşamak için.
    Odamda yalnız otururken Emel girdi içeri. Ne kapı tıklatma ne bir sesleniş vardı. Sanki dingonun ahırına giriyordu. Yine sinirlenmiştim. Sesimde ansızın oluşan bir çatallaşma oldu.
    "Ne oldu Emel?"
    "Simay şu otelin çizimleri bitmedi mi daha?"
    "Az kaldı Emel."
    "Acil olduğunu söyledi Murat Bey."
    "Ay Emel, biliyorum aciliyetini. Elimden geldiğince yetiştirmeye çalışıyorum zaten."
    Bugün kendimle hesaplaşma içindeydim. Sonunu bilmediğim bir psikoloji içindeydim. Ardından ne olacağını bilemiyordum. Depresyon ya da bir intihar girişimine girecek kadar uçlarda değildim ama bir doktora görünsem iyi olacaktı. Şu an tek arzum çizimleri baskıya verip çıktıları Murat Bey'e vermekti.
    Bir saat kadar sonra tüm çıktıları verdikten sonra yemeğe çıktım. Öğleden sonra iş yerine geldiğimde yapılacak işleri bırakmadığımdan kendime kahve söyleyip, müzik dinledim. Kapımı kapattım ve Murat Bey dışında kimsenin rahatsızlık vermemesini diledim. Bilgisayardan Leonard Cohen'in A Thousand Kisses Deep şarkısını açtım. Cohen'in sakin sesi bana buruk bir huzur veriyordu.
    Ergenliğe ilk adım attığım 1992'leri hatırladım. Lise yıllarımı, arkadaşlarımı, evimize gelen akrabalarımızı ve anne-babamı... Babam tatil günlerinde evde oturup televizyonda maç seyreder, annem ya ev işi yapar ya da mutfakta yemek hazırlardı. Bizim evde de pek iletişim yoktu ama ben babamla iyi anlaşırdım. İstisna olsa da kız çocukları babayla, erkek çocukları da anneyle çok iyi geçinirlerdi. Tatil yıllarımda arkadaş ortamından tek kalmayı çok severdim. Tek başıma bir şeyler yapmak daha çok zevk verirdi bana. Elime bir roman alıp odama kapanır, gün boyu çıkmadığım zamanlar olurdu.
    Bugün de yine o günleri düşünüyor olmuştum. Eski günlerle beraber dünden kalan izler, geçmişte kalan derin acılarımı altüst eden, beni uyandırıp silkeleyen Zeynep Hanım'la beraber gitmiş, geri sadece maziyi hatırladığım tortular kalmıştı.
    Beş yıldır bu mesleğin içindeydim. Her zaman aynı işleri yapmak ve hayatımı daim etmek için mimarlık mesleği seçmiştim. Ama her zaman aynı şeyleri yaptığını düşünmek tuhaf bir duyguydu. İşe gelecektim, yemek yiyip uyuyacağım, ardından yine işe gidecektim... Ve bu belki otuz-kırk yıl devam edecekti.
    Bu son yaşadığım birkaç ay beni çok değiştirmiş, yaşamakta olduğum hayata dışarıdan bakmama, yeni değerlendirme yapmama ve bazı şeyleri sorgulamama neden olmuştu.
    Dinlediğim müzik bedenime ve örselenmiş duygularıma iyi geldiğini hissediyordum. Şarkı bitince tekrardan başa alıyordum. Sonra, beni değiştiren kötü ve iyi olayları sıraya koymaya çalıştım. Ahmet'i, Yekta'yı, Handan'ı, bize saldıran o adamları, Zeynep Hanım'ı... Başaramadım. Aklım çok karışıktı. Gözlerimi açtığımda aklımda kalan ve gitmek bilmeyen iki kadın kalmıştı. Nedense beynimde kendim ve Zeynep Hanım birbirine karışmıştı. Sanki acıları önceden yaşamışız gibi, önceden tanışıyormuşuz gibiydik.
    "İki ayrı kadın ama ortak iki kader..."
    Zaten kader birliği içinde değil miydik? Sıraladığım bu isimlerin hepsi kaderimin zincirlerini oluşturmuyor muydu?
    Bunlarla kafa yorarken hayatıma değişiklik veren o mükemmel insanı düşünmek dertlerimi hafifletmişti. Geçmişin bir anda üstüme çökmesi ve acı içinde olmam beni çok bunaltmıştı. Çok mu büyütüyordum acaba yaşananları? Sanki tek kötü anım buymuş gibi tüm dertleri unutmuş, bir tek bunu dert eder olmuştum. Oysa hayatta gülebilmek için birçok neden var ve ben hâlâ kendimi üzmekle meşgul ediyordum.
    Aklıma çocukluğumun ve lise yıllarımın geçtiği, isminin de yüreğimizi ısıtan Yüreğir'deki "Mutluluk Apartmanı" geldi. Anne ve babam öldükten sonra ev bana kalmış, üniversiteyi dışarda okuduğumdan dolayı evi kiraya vermiş, gelen aylık ücretle okul masraflarımı karşılamış, okul bitince de o evde yaşamaya başlamıştım. Kiracıların oturması için bir anlaşma yapmıştım: Evdeki eşyalara dokunulmayacaktı ve hiçbir şeyin yeri değişmeyecekti. Onun dışında kendi zevkinize göre oturabilirsiniz diye anlaşmıştık. İşe başladığım yıllarda Gazipaşa'daki evimi tutarak, Mutluluk Apartmanı'ndaki daireyi hatıralarıyla boş bırakmıştım. Arada bir kafamı dinlemeye gider, akşama kadar oyalanırdım.
    İş çıkışı Mutluluk Apartmanı'na gittim. Çocukluğumda yaşadığımız ikinci katın balkonundan, aşağıdaki toprak sahayı çam ve dişbudak ağaçlarının gölgelediği, erkek çocukların futbol oynayıp, bizim kız kıza çay partileri verdiğimiz yılları hatırladım. Şimdi o sahadan ve ağaçlardan hiçbir eser kalmamış, yerine gri, soğuk betonla dikilmiş apartmanlar kuruluydu.
    Ara sıra evi havalandırmak ve temizlemek için geldiğim bu yeri bir müze gibi kullanıyor hiçbir eşyasına dokunmadan onları sevebiliyordum. Duvarda talik yazıyla yazılmış dualar, aile büyüklerinin resimleri, kitaplar, sararmış işlemeli perdeler, aplikler ve bunlar gibi yüzlerce eşya ilk günkü gibi bana bakıyordu. Gençliğe ilk adım attığım yıllarda giydiğim kıyafetler bile duruyordu.
    İçeri geçtiğimde, sandıkta duran annemin eski eşyalarına, biblolara, toz içindeki resim çerçevelerine, küpelerine baktım. Sandıktan gelen naftalin ve toz kokuları dayanılmaz bir mistik hava içine sokuyordu. Sanki sandık başında annemle geçirdiğim zamanları şu an yanımdaymış gibi hissediyordum. Bir an durakladım: İçinden ruhu çıkmış, bir cennet köşesinde, beni seyrediyor gibiydi. Tüylerimin havaya kalktığını hissettim. Ürperdim.
    Sandığın derinlerinden fotoğraf albümünü bulup çıkardım. Sonra gözüme birkaç zarf ve defter ilişti. Herhalde annemle babamın flört yıllarında birbirlerine yazdıkları mektuplardır, diye düşündüm.
    Albümdeki resimler, birer mutluluk tablosu gibiydi. Annemin tek çekilmiş siyah beyaz resmini alıp gözlerindeki derin hüzne baktım. Dalgalı saçları ve gözlerindeki güzellik diğer ayrıntıları saklamış gibiydi. Bu güzel kadının beni sonsuza dek terk etmesine aklım almıyordu. Sonra beni terk eden diğer insana baktım, babama. Her fotoğrafta kıranta bir beyefendi gibi asil bir duruşu vardı babamın. 
    Annemin evliliğinin ilk yıllarındaki mutlu gülümsemeleri yıllar geçtikçe kaybolmuştu. Aklımın erdiği zamanlar annem bana hep sessiz gelmişti. Hâlbuki ben onu çocukken çok neşeli, şen şakrak bir kadın olarak bilmiştim.
Onun gibi bir kadın olma yolunda ilerliyordum. Ailesine sadık bir kadın olmak, bana yakışan en onurlu şeydi sanırım. Onun gibi bir anne, onun gibi bir eş... Beni büyüttüğü yıllardaki gibi şu an yanımda olmasını isterdim. Ağlayacaksam onun omzunda ağlamak...                   
    Fotoğraflara bakmayı bırakıp albümü bir kenara koydum. Kapalı zarflarda duran mektupları açıp okudum. Hepsinde numaralar vardı. Bir, iki, üç, dört, beş...
    Bunların hepsi başka kadından babama gelen aşk mektuplarıydı. Soluksuz okumaya başladım. Her satırda etimden bir parça koparıyorlar gibiydi. Zeynep Hanım'dan sonra annem de ihanete uğramıştı. Ben Zeynep Hanım'a üzülürken şimdi de anneme yapılmıştı aynı şeyler. Şimdi ortada üç acılı kadın görüyordum.
     İyide bu mektuplar niçin hala buradaydı? Sonra altıncı mektubu okudum. O her şeyi anlatıyordu işte. Annemden babama yazılmış bir mektup.
    Bu mektubu, yıllar sonra okunması için, senin haberin olmadan yazıyorum.
    Yazacak onca şey var ki, hangisinden başlayıp, ne anlatsam bilemedim.  Onca ihanetten sonra, beni ve kızını ortada bıraktığın için çok kırgınım sana. Belki bir kadının en büyük gururuyla oynadın bu sebeple. Beni bir başka kadına tercih etmek gururunu okşadı belki ama her şeyden öte kadınlık hakkımı helal etmiyorum sana. Çok denedim seni terk etmeyi. Çok istedim seni metresinle baş başa bırakmayı ama on iki yaşındaki Simay'ı babasız kavramıyla büyütmemek için direndim. Dağıtmadım bu aileyi.
    Kendimi ikinci bir kadın hissettirdin hep. Sürekli ona destek verip, haklı çıkarman ve onun uğruna ne dayaklar yemem, seni gözümde bitirdi. Sen iyi bir eş, iyi bir baba olmak için sözler vermiştin bana ama bu sözün şimdi zerre kadar umurumda değil. Umurumda olan tek şey kızım. Şimdi sen ondan da uzaklaştın, benden uzaklaştığın gibi. Bazen eve gelmediğin günlerde kızımıza yalanlar söylemek zorunda kalırdım, sırf babasını ve kendini kötü hissetmesin diye. Bunu becerdim evet, kızımız seni kötü bilmiyor. Hatta şu an kucağında seni sevmekle meşgul... Yağmurlu gecelerde yalnız başıma bu olanları düşünüyor, yazıyorum. Nasıl üşüdüğümü bilemezsin. Yüreğim deli gibi çarpıyor ama sen bilmiyorsun. Sen beni suskun, ezik, mağrur bir kadın haline dönüştürdün. Geçen zamanlarda Simay bana neden suskun olduğumu sormuştu. Ben de ona başka şey düşünmesi için farklı cümleler kurmuştum.
    Sen benim düzeldiğimi sanıyorsun ama yanılıyorsun. Yüreğimdeki acıyı, omuzlarımdaki yükü bilmiyorsun. Ben çoktan kendinden geçmiş bir halde bu mektubu yazıyorum yukarıda tek şahitle. Yüreğimdeki acıdan olduğu kadar bu mektuptan da haberin olmayacak. Ve belki bu mektup benimle birlikte anılarımla toprağa gömülecek. Bu mektubu yazmamın sebebi sadece içimdekileri dökmek ve belki ileride senin de bildiğini sandığın, sevgilinden gelen mektupları yaktığım ama aslında onları sakladığım ve bunlara baktıkça daha güçlendiğimi görmek için yazıyorum. Ve bir daha bunlara bakmamak için en derinlere gizliyorum. Belki bir gün birinin eline geçer ve beni anlar diye...
    Seni affetmeyecek olan karın...
    Gözümde akan yaşlar kâğıdı ıslatmıştı.
  
Yüreğimdeki acıyı dindirmeye çalıştım. Sustum. Yüzüm dayanılmaz bir acıya büründü. Sonra yüzümdeki çizgilerin gerildiğini hissettim.
Bir şeyler söylemek geldi içimden. Yine sustum.
    Olanlara üzülürken içimden bir sesin "boş ver" dediğini duydum. Gözyaşlarımı sildim. İçeriden bir çakmak alıp kâğıtta yazılan onca ihaneti bir ateşte kül ettim.
Kendi kendime "ne garip" dedim. İnsanoğlu öleceğini bile bile neden boyundan büyük işlere kalkışır ki? Şimdi annem ve babam hayatta yoklar.
  
   Şu koskoca evrende toz taneleri kadar değeri olmayan bizler, büyüklenmeyi gurur sanıyor ve yaşamımıza devam ediyoruz. Babamın yaptığı şeye ne kadar üzülsem az diye düşündüm. 
    Üstüme düşen görevi yerine getirip, annemin anlatmak istediği mektupları okuyup yakmıştım. "Ah anne!" diye mırıldandım. "Hiç kıymetini bilememişim. Beni Affet!" Sonra o güzel yüzünü öptüm. Sırrını ebediyete saklamış halde albümü en derinlere gizleyip, sandığı kilitledim. Evden ayrıldığımda ise yüreğimde buruk bir hüzün kalmıştı sadece. Yüreğir'den ayrılıp, Seyhan'ın kalabalık caddelerine daldım. Çantamdan telefonu çıkardım. Muayenesi evime yakın olan psikiyatrist arkadaşım Kübra'yı aradım.
    Başımdan geçen olayları özet geçerek anlattım. Araba sürdüğüm için pek konuşma imkânımız olmadığı için beni muayenehanesine çağırdı. Dört Yol'dan dönerek Reşatbey'e, oradan da Gazipaşa'daki Kübra'nın yerine geçtim.
    Hastası olmadığı için kendi odasında konuşmak daha iyi oldu.
    "Hayırdır, hangi rüzgâr attı seni buraya" dedi, biraz esprili, biraz da merak dolu bir sesle.
    "Hiç sorma ya. Aylardır neler yaşıyorum bilemezsin. Konuyu soru sorarak açmak istiyorum."
    "Tabii sor bakalım, merak ettim."
    "Sen hiç aldatıldın mı? Ya da şöyle diyeyim: gözlerinle sevgilini aynı yatakta başka bir kadınla yakalasan ne hissederdin?"
    Bakışlarının değiştiğini gördüm. Şaşkın bir şekilde,
    "Daha önce başıma böyle bir şey gelmediği için ne diyeceğimi bilemedin."
    "Bundan birkaç ay önce ben, bu sorduğum şeyleri yaşadım."
    "Gerçekten mi?"
    "Tecavüz saldırısına kadar beynimde silinmeyecek hatıralar yaşadım Kübra. Sonra bir adam çıktı karşıma. Çok anlayışlı, efendi, adam gibi bir adam. Annesiyle tanıştırdı beni. O kadının da aldatılmış olduğunu öğrendim. Kaderim tüm kötü şeyleri sıraya koymuş, bir bir sunuyordu bana. Hayattan korkmaya başladım. Sanki herkes aynıymış gibi gelmeye başladı bana. İş arkadaşlarımla bile geçinemiyorum. İnsanlar, her an kötülük edeceklermiş gibi geliyor bana. Bir ara tüm erkeklerin bu dünyadan yok olması gibi saçma bir düşünceye bile kapıldığım oldu. Ve annem!"
    Bunu duyunca endişeli bir şekilde bana baktı.
    "Bugün annemin yaşarken aldatıldığını öğrendim. Yüreğim bir kez daha yandı."
    Bunları anlatınca gözlerimin dolduğunu fark ettim.
"Çok korkuyorum Kübra. Herkesten bir zarar gelecek diye, yeni ilişkiler bile kurmuyorum artık. Ne olur yardım et bana."
    "Tamam, önce bir sakin ol! Sen şu an bana Paranoid hastalığını tarif ediyorsun."
    "O ne?"
    "Kişilik bozukluğu."
    Kötü şeyler sezdim. Devam etti,
    "Paranoid Kişilik Bozukluğu olan kişilerin gösterdikleri en büyük özellik: Kalıcı insan ilişkisi kurmakta zorlanmaları. Daha çok yalnız kalmayı severler. Ailesi ve arkadaşlarından eskisi gibi iletişim kurmayı beceremezler. Çünkü kırılgan, duygusal olurlar. Ve bunu paylaşamadıkları için yalnız kalmaya başlarlar. Kimi hastalar var ki genişleyici olurlar. Her şeyi anlamaya, sorgulamaya çabalarlar. Ama bütün hastaların özellikleri; iyi ilişki kuramamak, kuşkuların ve güvensizliklerin altında kısıtlanmış ve daralmış bir yaşam sürmektedirler. Bu haslıkta olan biri asla bu rahatsızlığı kabul etmez ve onlara yardımcı olabilecek ne bir doktora ne de bir psikoloğa başvurmazlar. Bunun yanında hep ona yardımcı olabilecek kişiler zarar görürler."
    "Ne yani, bu olanlar bende davranış bozukluğuna mı yol açmış?"
    "Hayır, ben belirtilerini söylüyorum. Dikkat etmezsen bu hastalığa yakalanma riskin var."
    Yaşadığım şoklar beni esir almıştı. Bugün yaşadığım ikinci şoktu bu. Kübra'ya yardım için gelmiştim ama kötü bir sürprizle karşılaşacağımı düşünmüyordum.
    "Tedavisi nedir?" diye sordum.
    "Bak ben senin arkadaşınım ve sana kötülük gelmesini istemediğim için bu kadar açık konuşuyorum seninle. Sen bu hastalığa yakalanmamışsın ama merak ediyorsan; bu hastalığın tedavisi çok zor!"
    Kaşlarım çatık, ciddi bir duruşla Kübra'yı dinliyordum.
    "Neden?"
    "Çünkü bu hastalar durumunu inkâr etme gibi bir düşünceye sahip olurlar. Dışarıdan gelecek bir yardıma direnç gösterebilirler. Kişilik üzerinde yapılacak değişiklikler, çok uzun yıllara dayanan düzenli bir psikoterapiyi gerektirebilir. Hasta kendisinde olan rahatsızlıkları saklayacağı için mutlaka ona yardım eden, tanıklık eden insanlarla irtibata geçebiliriz. Bu da hem hasta için, hem de yakınları için zor bir durumdur."
    Bu saatten sonra kendimde değişiklik hissetmeye başladım. Vücudum karıncalanmaya başlamıştı.
    "Kırk yıl düşünsem böyle bir şey gelmezdi aklıma," dedim.
    "İnsanlar sağlıklıyken, kendilerine yatırım yapmayı hatırlamazlar. Akıllarına bile gelmez. Ama en ufak üşütmede ilaçlara dadanırlar. Sen en iyisini yaptın bana gelmekle."
    "Peki, ne yapmalıyım şimdi?"
    "Aslında yapacakların çok basit... Tatile çıkmalısın."
    Bunu söylerken bile ne kadar hafiflediğimi hissettim. Tatile çıkma gibi bir şey neden aklıma gelmemişti daha önce? Bunca kargaşada boş yere kendimi yıpratıp durmuşum. Kübra'nın hastaları gelmeye başlayınca, söylediklerini düşüneceğimi söyleyerek yanından ayrıldım.
    Eve geçip yatağa öylece attım kendimi. Babamı, annemi, Kübra'nın söylediklerini... Hiçbirini düşünmemeye çalıştım. Boş gözlerle tavanı izliyordum. Sonra aklıma insan psikolojisi geldi. Kübra'nın da dediği gibi, insan, sağlığında kendini hiç düşünmeden yaşıyordu. Akıl gidince geriye ne kalıyor ki? Kişisel Gelişim kitaplarında okuduğum "bol bol kitap oku, bulmaca çöz, beyin egzersizleri yap" gibi telkinler, ani bir korku ya da beklenmedik bir şey karşısında zayıf bir alıştırma gibi kalıyordu. Bunlar insan sağlığına bir yatırım elbet, ama yaşadığın bir anlık öfke bile aklını kaybetmeye yetebiliyordu.
    Hemen interneti açıp "insan psikolojisi" ile ilgili bir konu arattırdım. Paranoid hastalığının bir belirtisi de "sorgulayıcı olması" demişti Kübra. Çok sorguluyor, araştırıyordum. Ama bu beni hasta bir insan haline getirmez ki. Bilgiyi edinmek amaç, yaşam haline getirdiğim için bunlar oluyordu.
Bulduğum şeyler pek iç açıcı olmadığı için sıkılıp kapattım. Kafamda, cevabını bulamadığım onlarca soru uçuşup duruyordu. Tatile çıkarsam tek mi yapacaktım bunu? Yekta da benimle gelir miydi? Ama en büyük sorunum iş! Oradan nasıl izin alacaktım. İzin istesem Murat Bey, "Daha geçen aylarda izin yapmamış mıydınız?" diye sorular sormaz mıydı? Fakat bu tatil benim için çok önemliydi ve doktor tavsiyesi üzerine gidecektim. Zaten yaz mevsimini de az kalmıştı. O zaman yıllık iznimi alır, daha rahat bir kafayla tatilimi geçirebilirdim. Doğu Karadeniz tarafına mı gitsem acaba? Ya Akdeniz? Ege? Belki de Marmara.
    Nedense deniz kıyısına yakın bir yerde güneşin tadını çıkarmak daha cazip geldi. Bunları düşünürken feci bir gök gürlemesi duydum. Birden sıçradım... Pencereden bakınca hava kararmış, yağmur da yağacak gibiydi. Az önce güneşi ve deniz kıyısını düşünürken birden gök gürlemesi çok garip gelmişti.
    Birden aklıma Yekta'yı aramak geldi.
    "Toplantıların nasıl geçti hayatım?"
    "Hiç sorma canım, bu saatte bitti. Nasılsın?"
    "İyi sayılmam. Bugün aileme dair birtakım sırlar öğrendim. Biraz üzdü beni ama iyiyim şimdi."
    "Ne gibi sırlar?"
    "Annen ve baban gibi" dedim.
    Ona gördüğüm şeyleri anlattım.
    "Olanlar psikolojimi kötü etkilediği için, doktora gittim," diye devam ettim.
    Endişeli bir sesle,
    "Neden?" diye sordu.
    "Olanları çok kafama taktığımdan, Paranoid diye bir rahatsızlıktan bahsetti."
    "O ne oluyor?"
    "Kişilik bozukluğuymuş. Durumumu anlatınca hemen teşhisi koydu."
    "Hadi ya!"
    "Korkma hemen" dedim gülerek. "Belirtileriymiş bunlar. Bu olayları fazla irdelersem kötü olacağını anlattı ve tatile çıkmamı tavsiye etti."
    "Tatil mi? Bak bu çok iyi bir fikir."
  
"Evet, ben de deminden beri düşünüyorum Yekta benimle gelir mi diye?"
    "Neden olmasın!" dedi.
    "Biliyordum böyle diyeceğini, çok teşekkür ederim."
    "Her zaman yanındayım canım."
    Telefonu kapattıktan sonra yorucu ve sıkıntılı bir gün geçirdiğimi düşünerek, uykunun rahatlığı ağır basmıştı. Gözlerimi kapatmadan önceki son düşüncem, Yekta'ya mesaj atmak oluyor.
    "İyi geceler bir tanem. İyi geceler dünyanın en iyi yürekli insanı, iyi uykular."


Bir Dilek HakkıHikayelerin yaşadığı yer. Şimdi keşfedin