Bölüm 7

121 13 3
                                    

Tahtına oturmuş, saltanatının tadını çıkartıyordu. Herkes önünde secde edip eteğini öpüyor, dünyanın dört bir yanından gelen elçiler hediyeler getiriyorlardı. Gökyüzü bulutluydu ama hava güzeldi. Güneş bulutların arkasında durmuştu ki kendisi de güneşi doğrudan almayı hiç sevmiyordu zaten. Aslında genelde loş mekânları seviyordu. Güçlü, itibarlı ve parlak bir saltanat... Derken bir anda gözleri kamaşmaya başladı. Saltanatının gücünün bir yansıması olduğunu düşünüyordu ki gökyüzünün ardından çıkan güneşin yansıması olduğunu fark etti. Güneşin ışıkları o denli arttı ki bulutlar dağılmaya, yok olmaya başladı. Sultan artık yerinde duramaz hale gelmişti ama yerinden kalkmak da istemiyordu. Sonra birden karanlık çöktü, ona tabii olan tüm paşalar, beyler, dükler, kralların elçileri yok oldular. Koca taht odasında tek başına kalmıştı. Sultan öyle bir koku aldı ki boğulacağını sandı. Eliyle burun ve ağzını kapatmak istedi ama sonra yüzüne bir şey bulaştığını hissetti. Eline baktığında elinin kana bulanmış olduğunu gördü. Sadece tek eli değil diğer eli de kana bulanmıştı. İşte o zaman yerinden kalktı ve tahtına döndü. Tahtı da kanla doluydu. Her yer kana bulanmıştı. Üzerindeki kıyafetler bile kandı. Her yer kırmızıydı. Sultan öyle bunaldı ki acı dolu bir çığlık kopardı.

Sultan Reşat kan ter içinde uyandı. Uzun süre koşmuş gibi nefes nefeseydi, çarşaf ve yorganı da terden ıslanmıştı. Derin bir nefes çekip beceriksizce yanı başında duran sürahiden su doldurup içti. Birkaç saniye sakinleşmeyi bekledikten sonra yatağından çıktı ve penceresine doğru yürüdü. Her yer sakindi ama zihni değildi. "Ağalar!" dedi Sultan. Birkaç saniye geçmeden kapı açıldı ve kapısının önünde koruması ile de görevli olan Enderun öğrencileri girdi. Kahverengi gözlü olan ağa biraz daha öne çıktı. "Emredin hünkârım."

"Saat kaç? Sabah namazı daha gelmedi değil mi?"

"Saat üç hünkârım. Birkaç saat daha var." Abdullah başını kaldırıp hünkârına baktı. Terlemiş ve tedirgin duruyordu. "Bir sorun mu var hünkârım?" Sultan Reşat hemen cevap vermedi. Bir dakika geçtikten sonra ağalara döndü. "Has odabaşına haber edin etrafı kolaçan etsin."

"Emredersiniz hünkârım." dedikten sonra ikisi de geri geri yürüyerek odadan çıkıp, kapıyı kapattılar. Sultan Reşat çok huzursuzdu. Belki rüyanın etkisi yüzündendi ama yine de içine bir kurt düşmüştü. Gözlerini bir süre kapatıp zihnini dinlendirdi. Tekrar bir bardak su içtikten sonra yatağına uzandı. "Aptal rüyalar!" dedi sultan.

***

Has odabaşı Rüstem son derece genç ama becerikli biriydi. Esmer teni güneşten yanmış gibiydi. Orta boylu ve ince bir yapısı vardı. Bedensel savaştan ziyade zihinsel savaşa önem veren bir gençti. Akıllı olması onu Has odabaşlığına kadar yükseltmişti. Diğer iç oğlanlar gibi, kendisi de bir yandan saray hizmetini görüyor diğer yandan da eğitimine devam ediyordu.

Rüstem, has odabaşı olarak, padişaha en yakın kişilerin başında geliyordu. Padişahın kişisel hizmetlerinin yanı sıra güvenliğini sağlamakta işlerinden biriydi. Bu yüzden de kapı ağası onu uyandırdığında uykulu bir halde etrafı kolaçan etmeye başlamıştı. Açıkçası bu padişah biraz fazla pimpirikliydi. Tahta geçtiğinden beri güvenliği konusunda çok temkinli davranıyordu ama son birkaç gündür, nedendir bilinmez, daha bir katıydı. Bir şey onu endişelendirmişti.

Padişahı sorgulamak, onun görevi değildi. Kendisine söyleneni yapmak zorundaydı. Yine de içten içe kendisinden fazla hoşlanmıyordu. Ona biraz... zayıf iradeli geliyordu. Önceki padişahı tanıyordu; ölmeden önce has oda zabitlerinden biriydi. Yeni padişah hepsini çırağ ettiği için doğrudan Has odabaşı olmuştu. Arz ağası olmayı sevmişti zira sadrazamlar bile izin almadan padişahın huzuruna çıkamazken, arz ağaları hiçbir şekilde, hiç kimseden izin almadan padişahın huzuruna çıkabiliyorlardı.

Sultanların Günlüğü- Ay ve Güneşin Saltanatı- (Kitap Oldu)Hikayelerin yaşadığı yer. Şimdi keşfedin