Bir insanın sevilebilmesi için kendi gibi olmaması gerekiyormuş dedim,
Başka şekillerde, başka insanlar olarak...
Benliğini kaybetmesi gerekiyormuş ! belki o zaman...
Kaktüsleri severim oysa ben, dikenlerini görerek severim hemde,
Ama herkes sevmiyor işte, ellerini seviyor genellikle..
Dikenlerinin batma ihtimalini hesaplayarak dokunmaktan vazgeçiyor.
Birini sevmek verdiği acılardan bile şikayetçi olmamak değil miydi?
Öyle öğretmişti annem bana...
Seviyorsan katlanırsın kızım demişti.
Sevmek katlanmak demekti aynı zamanda.
Ona çocukluğumdan beri ''Babamda ne buldun?'' deyip durdum.
Aldığım cevap hep aynıydı...
''Ben babanı sevdim kızım, çok sevdim'' derdi.
Eskiden anlamıyordum onu... Bir adama körü körüne bağlanmak fikrini anlayamıyordum.
Ama öyleymiş işte!
Hatta bir insan ''Seni seviyorum'' demeden bile sevilebilirmiş.
Uzaktan epeyce uzaktan.
Kahrederek geri döneceğini bildiğin yollarda, önüne çıkıp... ''Geri dön, üzüleceksin'' diyemezsin ama bu durumda!
Yirmi birinci yüzyılda da olsan diyemezsin.
Hem desen ne olur ki?
Muhtemelen ''Sen ne karışıyorsun?'' cevabını alırsın..
Yinede acısına tanıklık ettiğinde onun kadar acırsın...
Kendine, en çok da kendine acırsın!
Göz göze gelebilme ihtimalini rafa kaldırmak bir tarafa,
Başkasının gözlerinin içine baktığını görmek,
İşte bu noktada da söyleyebilecek çok sözün kalmaz.
Ben tüm bunları düşünürken bir şarkı çalmaya başladı,
Gözlerin doğuyor gecelerime... Zoraki bir tebessüm takınıp yüzüme, ''Zaten bizim gibilerinde gecesine doğar o gözler'' dedim.
Yalnız olsaydım oturup hıçkıra hıçkıra ağlayabilirdim! Ağlayamadım.
Annem şanslı kadınmış,
Ben onun kadar şanslı değildim.
Şimdi dizlerine yatsam annemin anlatsam anlatamadıklarımı,
Ne ben onun arkasına saklanacak kadar küçüğüm,
Nede onun yüreği anlatacaklarıma katlanabilecek kadar güçlü.
Bu durumda ne yapılır, susulur bence...
Yine susulur, uzun uzun hemde böyle baya bi uzun susulur.