-2-

71 6 2
                                    




   Durduğum yerde arkaya doğru sendeledim. Oraya gidip o kadının mermerden oyulmuşcasına duran elini öpmek, kendimi tanıtmak istiyordum. Belki karşısındaki şık koltuğa oturduktan sonra üstündeki ölü leylak rengi elbisesi hakkında da iltifatta bulunurdum. "Rüzgar? Oğlum, gelsene."

   O an gerçeğe döndüm. Orada bir kadın yoktu ve olmadığının farkına varınca güzelliğini de unutmuştum. Sahi güzel miydi ki? Muhakkak ki benim tuhaf olduğumu düşünmüşlerdi. Lakin daha fazlası değil. Sadece o güzel köşeyi dikkatlice incelemiştim. O saniyelerde bir kadına hayranlıkla baktığımı nereden bilebilirlerdi..

   Bu olaya kocasından daha duyarsız kalan Nilgün Teyze rahatsızca kımıldandı. Bir şeylerin bir an önce bitmesini bekliyor gibiydi. Hayal gücümü benden izinsiz ortaya çıkaran o köşeye sırtımı döndüm ve tekli bir koltuğa oturdum. Hasan Amca karısının oturduğu değil, yandaki mavi kadife çiftli koltuğa oturdu ve kenarından uzanıp karısının elini tuttu. Beklenti dolu bakışları ile beni inceliyorlardı. İnsanlara kendimi anlatmayı sevmezdim. Sadece dinlemek istiyordum. Eski İstanbul'u, Eski İstanbul aşklarını, dedemi..

   "Mehmet'e ne de çok benziyorsun." Gözlerimi kucağımda kavuşturduğum ellerimden kaldırdığımda Nilgün Teyzenin bana acıyla harmanlanmış bir tebessüm ile baktığını gördüm. "Ben dedemi hiç görmedim. Siz yakın mıydınız onunla?" İkisini de kastetmiştim ama Nilgün Teyze, Hasan Amca'nın konuya dahil olmayacağına eminmişcesine sözüne devam etti. "Aynı bölümde okuyorduk üniversitede, aynı sınıftaydık." Ben Hasan Amca'nın dedem ile daha yakın olduğunu düşündüğüm için biraz şaşırmıştım ve dahi o yıllarda kadınların üniversite okumasına. Biraz gerikafalıydım anlaşılan.

   "Şimdi sen bu dönemde bile kadınların okumasına hoş gözle bakılmaz iken, o dönemde nasıl okul okuduğumu düşünüyorsun öyle değil mi?" Aklım okunmuşcasına utanmıştım. Sesimi çıkarmak istemedim. "1970 senesiydi. Hatta sana bir şey diyeyim mi?" Benden bir karşılık beklercesine duraklamıştı. Sadece merakla kafamı salladım. "İnşaat Mühendisliği Bölümüydü." Tepki çekmemek için şaşkınlığımı gizledim.  "Çocuklarınız sizin gibi kültürlü anneleri olduğu için çok şanslı olmalılar." Sevimli olmaya çalışmıştım, keşke olmasaydım.

   Öylesine birbirlerine baktılar. "Yavrum bizim çocuğumuz yok. Tek geldik, tek göçüyoruz dünyadan." dedi Hasan Amca. O an durduğum yerin alt kata çökmesini diledim. "Üzgünüm, yani ben bilmiyord.." Ve devamında gülümsedi "Yahu kötü bir şey yok bunda. İstemedik diye yok." Yaşlarına göre fazla modern düşüncelere sahiptiler. Hiç anaç olmayan o otoriter bakışları yüzümde hissettim. Bu evde, bu bakışlar altında kendimi hiç huzurlu hissetmiyordum. Yaşlıların insanlara verdiği o güven ve sakinlik maalesef Nilgün Teyzenin ruhuna yetişemeden beyazlamış saçlarında takılı kalmış gibiydi. Gözleri o kadar hırslı ve genç bakıyordu ki bir an kendi yaşımdan şüphe bile etmiştim.

   "Peki senin hayatın nasıl Rüzgar?" Hayatımı başkalarına anlatacak kadar iyi bildiğimi düşünmüyordum. "Normal her şey. Hatta fazla normal olduğu için İstanbul'a geldim. Muğla'da 2 yıllık İşletme okudum ama bana yetmedi." Ben bile kendimi dinlerken, eğitimin bana yetmediğini düşünmüştüm. İş öyle değildi ama. Bana şehir yetmiyordu ve insanlar. Fazla sakindi ve sevmediğim birinin sürekli beni sevmesi ile uğraşıyordum. İnsan nasıl olurdu da kendini sevmeyen birini sevmeye devam edebilirdi? Gurur şöyle öte tarafta dursun; bu çok üzücü bir şeydi. Mazoşist değilsen neden karşılıksız birini severdin?

   Hasan Amca konudan rahatsız olduğumu hissetmiş gibi konuştu "Evladım açsındır sen, hadi aşağı inelim. Sofra hazır." Ne derlerse yapacak gibiydim. Komut verilmiş gibi kalkıp önümden yürümeleri için bekledim. İndiğimizde o çift kanatlı kapıdan geçip çok büyük bir salona girdik. Yerden çok az yüksek olan, yan yana duran üç camın önüne koyulmuş yemek masasına baktım. 20 yıl önce kurulmuş gibi eski ama bir o kadar da modern ve minimal duruyordu. Mobilyaların kalitesinden önce sofranın üstünde tüm muazzamlığı ile sergilenmiş yemek takımı dikkatimi çekti. Porselenler daha yeni fırından çıkmışcasına parlak, desenler daha kurumamış gibi renkliydi. Masa örtüsünün deseniymişcesine uyumlu duran tabakların yanındaki, henüz ustasının ıslak ellerinden çıkmış gibi duran kristal bardaklar adeta masada mum gibi ışıldıyordu. Gümüş olduğunu düşündüğüm çatal bıçaklar görünmez bir sanatçı hâlâ üzerinde çalışıyormuş gibi durmadan ışığı yansıtıyordu.

Umutsuzluk İstanbulluyduHikayelerin yaşadığı yer. Şimdi keşfedin