"Allahım, hissedemiyorum artık!" diye bağırarak uyandı uykusundan. Saçları dağılmış, terlemişti. Nerede olduğunu anlayamadıönce, üzerini tam olarak kapatacak kadar tahta bulamadığı için yarım açık kalan tavandan -tabi buna tavan denebilirse- ayağına düşen yağmur damlalarını hissedince, dar sokaklardan birinde, insanların sadece çöplerini atmak için uğradığı bu yere , sağda solda bulduğu tahta parçalarıyla yaptığı kulübede olduğunu hatırladı. Başlarda rahatsız eden bu damlaları artık umursamıyordu.
Saati merak etti, gecenin ikisiydi. Üzerini örtmek için kullandığı masa örtüsünü bir hamlede attı üzerinden. Açık kalan çatıdan giren yağmur damlaları sırılsıklam etmişti örtüyü. Çıplak, çamurlu ayaklarını soğuk betona bastı. Baş parmaklarına takıldı gözü. Ne de çok severdi baş parmaklarını içeri doğru kıvırıp kaslarının kasılışını izlemeyi. Fakat uzun süredir çorapsız, ulu ortada kalan ayaklarını oynatacak dermanı kalmamıştı artık. İçini poşetlerle doldurarak yastık havası vermeye çalıştığı eski deri çantaya koydu başını tekrardan. Dizlerini karnına çekerek gözlerini kapattı. Kapı olarak kullanacak bir şey bulamadığı için öylece açık kalan kulübe girişinden esen rüzgarıçekti içine. Tekrardan uyumaya çalıştı, ama yapamadı. Zaten uyusa bile, uyanacak olduğu yeni gün bir öncekinden farklı olmayacaktı.