MELİHA
Çıkış kapısına yaklaşınca kalabalığın gürültüsünü daha net duymaya başladı. Köşeyi döndüğünde dışarıda bekleyen grubu bir sessizlik kapladı. Çatık kaşlarla ona bakıyor, ne olacağını tahmin etmeye çalışıyorlardı. Turnikelerin yanına geldiğinde gariban güvenlik görevlisi kolundan tuttu. Hiç sevmediği hareketlerdi bunlar. Ama adamcağızın bakışlarını görünce dinlemeye karar verdi. 'Sen iyi bir arkadaşa benziyorsun. Hemen her gün buraya geliyorsun. Okuyan adamdan zarar gelmez. Gel sen bunlara bulaşma. Diğer kapıdan çıkartayım seni' diye bir tavsiye geldi. Son zamanlarda biraz şüpheci olmuştu. Gülümseyerek yanıt verdi. Rozetini düzeltti. Uzun paltosunun uçlarını çekiştirerek geniş omuzlarını ortaya serdi. Kaşlarını çatarak kapıya doğru yöneldi. Kapının dışarıya doğru açıldığını bildiğinden hızlıca bir omuz vurdu. Kapının arkasında kızlı erkekli on kişi kadar kimse vardı. Bu kapı hareketini beklemedikleri için sağa sola savruldular. Suratının çirkinliğinden liderleri olduğunu tahmin ettiği şahsın suratına okkalı bir tekme attı. Daha da kalkamazdı. Sağ omuzu üzerinden yaklaşan bir diğerine elinin tersiyle aşk etti silleyi. Şimdi saldırılar doğrudan ön cepheden gelmek zorundaydı. Kızlardan biri kız olmasından cesaret almış olacak ki saldırmayı getirdi aklına. Mide boşluğuna yediği tekmeyle geldiğinden daha uzak bir yere düşmesi bir oldu. Artık hiç kimse saldırmayı düşünmüyordu. Yediği tokatın acısı hala yüzünde olan kılıksız, arkadaşlarının yardımıyla ayağa kalkmaya çalışırken en ölümcül darbeyi yemiş olan suratsız, homurdanarak aldığı nefesinin arasında; 'Gökçe'ye selam söyle' deyip bayıldı. Kan beynine sıçramıştı fakat belli etmemesi gerektiğini de biliyordu. Her zaman yaptığı şeyi yaparak, gülümseyerek sert adımlarla yürümeye başladı. Ardında bıraktıklarının hepsi hayranlıkla bakakalmışlardı.
Fakülteye uğradı. Gökçe'nin bölümünün koridoruna dönmüştü ki göz göze geldiler. Kıyamet koptu fakat ikisinde de en ufak bir emaresi görülmedi. Öylece bakıştılar birkaç saniye miktarı. Başını önüne eğip yürümeye devam etti. Gökçe de aynısını yaptı. Binadan çıkıp bahçedeki ağaçlara doğru yürüdü. Paketi çıkartırken elinden düşürdü. Bir şey ellerini tutmaz hale getirmişti ama ne olduğunu bir türlü anlayamıyordu. Korku, aşk, nefret, heyecan... Hiçbiri değildi. Otobüs durağına doğru yürümeye başladı. Şehir merkezine indiğinde doğruca her bu hale düştüğünde gittiği yere gitti.
Selim 15 yıldır bu kitapçıyı çalıştırıyordu. Ara sokakta, herkesin değil sadece meraklısının bildiği bir dükkânı vardı. Birkaç kitabı yayınlanmış, haftalık gazete çıkaran, dergilere yazı veren, kültürlü birisiydi. Her fikrin 'millet' temelinde birleşmesini, teferruatların konuşarak halledilebileceğini düşünüyordu. Enver ile ayrıldıkları en önemli konu buydu. Enver; 'Türkçüler hariç herkesi susturmalı, sindirmeli hatta yok etmeli' diyor. Selim ise; 'Aydınların kavgası fillerin kavgasına benzer. Filler birbirlerine çok zor zarar verirler. Fakat ayaklarının altında sağlam çimen bırakmazlar.' Diye karşılık veriyordu. Şimdiyse önünde eski Türkçe bir kitabın paramparça olmuş sayfaları duruyordu. Dükkânın ışıklarını kapatmıştı. Masa lambası ile çalışıyordu. Hemen başucundan yıllardır uzaklaştırmaya çalıştığı fakat bir türlü beceremediği küllüğü üzerinde bir sigaranın tavana doğru yükselen dumanı vardı.
Enver dükkâna yaklaştığında ışıkları kapalı görünce daha bir rahatladı. Demek ki Selim dükkândaydı ve bir şeyler ile uğraşıyordu. O da içeriye girip ilk bulduğu kitabı kucağına alarak düşünceler içinde biraz uyuklayabilirdi. Yaklaştı camdan içeri baktığında; koltuğunu geriye yaslamış halde duvardaki Atsız'ın fotoğrafına dalmış halde Selim'i gördü. Yağmur yağıyordu ama bu manzara bir değişikti. Bozmak istemedi. İzleyerek beklemeye başladı. Kim bilir ne düşünüyordur diye kurdu kendi kafasında.
Selim, Enver'in onu izlediğinin, o koltukta olduğunun, o şehirde yaşadığının dahi farkında değildi. O tam bu olaylar olurken Tanrı dağlarının eteğinde, Atsız'ın çadırının önünde yakılmış bir ateşin başında sohbetteydi. Masadaki dağınık kitapta Cengiz Han ile alakalı bilgiler vardı. Biraz okuduktan sonra üzerinde düşünmek için durdu. Kitap; Cengiz'in birçok yerleri, yakıp yıktığından, her yeri yağmaladığında bahsediyordu. Fakat Selim'in akıldaki soru başkaydı. Osmanlılarda savaşçı insanlardı, Cengiz'in askerleri de. Fakat Cengiz çok kısa sürede büyük toprakları alabilmişken, Osmanlı fütuhatı neden bu kadar yavaş olmuştu? İşte o anda Atsız ile bunu tartışıyorlardı. Selim; 'bana göre din değiştirmekten' dedi. Atsız açıklama bekliyormuş gibi baktı. Selim; 'İslâm savaş hukukuna göre bir yerin teslim olmak için üç gün içinde karar vermesi gerekiyor. Cengiz ise yalnızca bir kez soruyor' diyerek açıklama yaptı. Atsız bu düşüncenin üzerine bir şeyler ekleyerek haklı olabileceğini fakat daha derince araştırmak gerektiğini söyledi. 'İstersen kendilerine soralım. Hemen yukarı taraftalar' diyerek her Türkçünün bildiği o latifeci kişiliğini bir kez daha gösterdi. Bu düşüncelerin arasında Selim sigarasını küllüğe götürürken camdan kendisini seyreden Enver'i gördü. Bir el hareketiyle içeri çağırdı. Enver gelirken masanın üzerini toplamaya başladı.
Enver usulünce selamını verip her zaman oturduğu koltuğa oturup masanın üzerindeki dergileri karıştırmaya başladı. Selim, Enver'in ıslanmış montunu görünce kurutmasını söyledi. Enver montu çıkartınca kapıyı omuzlarken aldığı yaranın kan izi meydana çıktı. Selim gayet sakin bir biçimde geriye yaslanıp 'ne oldu anlat bakayım' duruşuna geçerek beklemeye başladı. Enver kavgayı kısa kestikten sonra, suratsız herifin söylediklerini tekrarladı. Gökçe'ye olan aşkını daha kendisine itiraf edememişken onların bunu nasıl bildiğini anlamış değildi. Daha sonra hissettiklerini, paketi elinden düşürüşünü anlattı. Bunların ne olduğunu sordu. Selim hepsini dinledikten sonra derin bir soluk alıp konuşmaya başlayacaktı ki bir kıyamette dükkânda koptu.
Selim'in dükkânının bulunduğu ara sokağın daimi konuklarından birisi daha yoldaydı. Meliha... Meliha'nın hikâyesi uzundur. Selim'i bu şehre hapseden, Selim'e hapsolan, fakat bu mahpusluğu kabullenmeyen kadın. Acemi bir katil. Acemi çünkü her üç günde bir cinayet mahalline, yani Selim'in dükkânına geri dönen bir katil. Şimdi yine o sokakta, elinde şemsiyesi, boynunda atkısı ile salınarak dükkâna gidiyordu. Neden geliyordu buraya? Neden kopamıyordu burada? Neden ıstırap çektiriyordu bu adama? Bunları sormaya korkuyordu. Ama sorduğu başka sorular vardı. Selim'in saçları en son gördüğümde dağınıktı. Sıkıntısı mı var acaba? diyordu. Sakallarındaki beyazlarda artmıştı. Günlük tıraşını da olmuyor ne zamandır. Kesin bir derdi var ama ne? Onun derli toplu olmasının sebebi yıllardır bendim. Yoksa vaz mı geçiyor? Bu sorular akılında dolanırken kendini dükkânın önünde buluverdi. Konuşabildiği tek yabancının yanında olacaktı. Kapıda biraz durup gökyüzüne baktı. Medet umar gibi. Ve içeri girdi.
Meliha dükkâna girmişti. Şimdi tam orta yerde bir meydan savaşı kopuyordu ve Enver bunun farkında bile değildi. Meliha uzun siyah saçlarını koruduğu şemsiyesini kapatıp her zaman sahip olduğu hanım efendi edasıyla yürümeye başladı. Enver'i selamladıktan sonra en nihayetinde daha fazla dayanamayarak Selim ile göz göze geldi. İşte Selim ilk suru yıkmıştı. Şimdi süvari saldırısı başlatmanın tam sırasıydı. Öyle de yaptı. Hoş geldin derken gözlerinde yalnızca Meliha geldiğinde çakan kıvılcımlar parıldıyordu. Meliha bu saldırıyı bertaraf etmenin yolunu her defasında buluyordu. Hilal kaşlarını çattı. Selim bu hareketine hilal taktiği demişti. Espri konusunda pek yaratıcı değildi. Sert bir sesle 'hoş gördük' dedi. Bir süre bakıştılar. Selim savaşa sürekli taze birlikler sürüyordu. Tebessüm ederek sordu; 'Sümerlerin buğday taşını bulabildiniz mi bugün?'. Meliha; 'Sen çay söyle boş ver bulup bulmadığımızı' diyerek yanıt verdi. İşte Meliha buydu. Süvari akınlarına atom bombasıyla karşılık verirdi. Selim bugün ki savaşı da kaybettiğini düşünüyordu.
Enver olan bitenden habersiz Selim'in vereceği aklı bekliyordu. Fakat Meliha ile uzun zamandır denk gelmedikleri için sorulması gereken teferruatları soruyordu. Önce mühendisliğin zorluğundan bölümünü değiştirmek istediğinden bahsetti. Sonra Meliha kışın yaklaştığından kazılara ara vereceklerinden yakındı. Tüm bunlar olurken Selim Tanrı Dağlarının eteklerindeki otağa kaçmanın fırsatını bulmuştu. Bu sohbet bitince Enver, Selim'e dönerek 'Ağabey, sigaraya müsaade var mı?'diye sordu. Defalarca burada sigara içmişliği vardı fakat yine de sormak ihtiyacı duyardı. Selim, toparlanarak 'yolda içersin' dedi. Meliha şaşkın bir biçimde 'ne yolu' diyebildi. Kendini ele vermişti ama farkında değildi. Onu ilgilendirmiyordu ne yolu olduğu. Selim gözlerini devirerek baktı Meliha'ya. Yine köşeye sıkıştırmıştı ama bu kez başka bir his vardı içinde. Üstelemedi fazla. Olan biteni bir kez daha anlattılar. Selim iş bölümü yaptı. Meliha dükkânda bekleyecek, Enver ve Selim önce Gökçe'yi alıp dükkâna bırakacak, sonra da gerekli yerlere bir dizi ziyarette bulunacaklardı. Meliha her zamanki inadıyla bu görev dağılımını kabul etmedi. Fakat ikna çabaları sonuç verdi. Selim çekmeceden tabancasını alıp beline taktığında Meliha'yı garip bir şekilde gurur kapladı. Göz göze geldiklerinde Selim'in gözlerindeki kıvılcım bir kez daha Meliha'nın gözlerine değdi. Bu kavuşamayanların veda şeklidir...