MELİHA-2
Meliha elindeki ceketi volta atan Enver'in önüne uzattı. Enver Meliha'ya ne istediğini anlamak için baktığında O'nun gözleriyle uyuyakalan Gökçe'yi işaret ettiğini gördü. Yağmurun altında 5-6 dakika kadar beklemiş ıslanmışlardı. Ama Meliha hâlâ güzeldi. Çünkü yüzünde yağmurun dağıtacağı boyalar yoktu. Selim saatlerdir ameliyattaydı. Koridordaki tek aksiyon arada sırada koşuşturan hemşirelerdi. Onları da yakalayıp bir şey öğrenebilmek mümkün olmuyordu. Meliha tüm bu yorgunluk ve stresin etkisiyle oturduğu koltuğa iyice gömülmüştü. O derece sarsılmıştı ki aklı yıllar öncesine kaçmaya çalışıyordu. Yirmili yaşlarına, Selim'i ilk tanıdığı zamanlara döndü. O'nu ilk kez gördüğü günü hatırladı. Bir toplantıda tanışmışlardı. Selim o toplantının konuşmacısıydı. Gençlik yıllarında daha canlı bakan gözleri, daha çok tebessüm eden bir yüzü, daha sert bir üslubu vardı. Birlikte geçirdikleri yıllarda o canlı gözlerin yorulduğuna, tebessüm eden yüzün daha katılaştığına ve o sert üslubun artık konuşmamaya varacak kadar yok olduğuna bizzat şahit olmuştu. Selim'in vazgeçmediği, belki de geçemediği tek şey kendisiydi. Selim'i ilk kez gördüğünde gözlerine bakmaya çekinmişti. Aradan geçen yıllarda bu çekinme artık yerini utanmaya bırakmıştı. Gözlerine bakarken çekinmiyor, utanıyordu. Kabahatini biliyordu. Ama düzeltmek için Tanrı'ya sığınmaktan başka çare bulamıyordu. Onunla ilk konuştuklarında bahsettikleri konular geldi hayaline. Güldükleri, sinirlendikleri, mutlu oldukları bazen de duygulandıkları konular. Anlaşamadıkları bir mesele yok gibiydi. Ama yine de vuslatları mümkün olmamıştı. Şimdi 40lı yaşlarında gerçekler âleminde yalnız fakat ruhlar âleminde tek vücut olmuş halde yaşamaya devam ediyorlardı. 'İstemiyorum' dediği gece geldi aklına. Neden böyle bir şey demişti. Arkasına sığındığı bahanesini bile söylemeye cesaret edememişti. Tanrım! Bu adam bunları hak edecek nasıl bir günah işlemiş olabilirdi. Aradan geçen 25 yıl boyunca neredeyse her gün onu görmeye gitmişti. Kafasını mengeneye kaptırmış birisinin burgusunu her gün biraz daha sıkmaktan ne farkı vardı bu davranışın? Şimdi yaptığı hatayı daha net anlıyordu. Hatayı düzeltmek için verdiği karar ise daha büyük bir hataydı. Selim'i buradan çıkartacak bir daha da görmeyecekti. Selim buradan sağ çıksa bile kendisi öldürecekti. Farkında bile değildi. Enver bu saçma düşüncelerine bir ara verdi.
Enver, yerinde duramıyordu. Göğsü daralıyor, boğazı kuruyor, kafası patlayacakmış gibi oluyordu. Sigara içebilmek için katta buluna pencereyi açtı. Tam o esnada asansörden inen güvenlik görevlisi Enver'i görmezden geldi. Selim'i O da tanıyordu. Bir şeyler öğrenebilmek için gelmişti. Enver cama doğru eğilince aşağıda toplanmış olan birkaç kişiyi gördü. Bunlar Selim'in dükkânında ara sıra denk geldiği kimselerdi. İçlerinde esnaf olanda vardı, doktor, avukat veya akademisyen olanda. Enver onları izlerken bazılarının gülümsediğini gördü. Bunlar muhtemelen uzun zamandır birbirlerini görmeyen, Selim'in yaralanması sayesinde buluşabilmiş kimselerdi. Sigarayı yarım bırakıp aşağıya indi. Kantinden birer çay alıp Meliha'nın yanına döndü. Usulünce bir özür dilemek istiyordu. Çayı uzatıp yanına oturdu. Karşılarında uyuyakalmış gencecik kızcağızı izlemeye başladılar. Meliha; 'Çok mu seviyorsun? Diye sordu. Enver saniye bile düşünmeden; 'Çok' dedi. Meliha gülümseyerek başını önüne eğdi. Enver birde O'nu yoklamak istedi. 'Peki ya sen abla?'. Meliha çayı karıştırmayı, gülümsemeyi bıraktı. Enver ondanda bir 'çok' cevabı bekliyordu ama Meliha susmayı tercih etti. Bu kez gülümseyerek başını önüne eğen Enver oldu. Bu tepkiyi Selim'den öğrenmiş olmalıydılar. İkisi birlikte Gökçe'yi izlemeye devam ettiler. Enver, Selim'in dükkânına ilk girdiği zamanı hatırladı. Birisi öleceği zaman onunla ilgili ilkler mi hatırlanır her zaman? Üniversitede ilk haftasıydı. Hem şehri tanımak hem de kitapçıları öğrenmek için gezmeye çıkmıştı. Eski kitaplara hevesi vardı. Girdiği kitapçılardan birine bu tarz kitaplar satan neresi var diye sormuş, adamda yakasındaki bozkurt rozetini görünce Selim'in dükkânına yollamıştı. Biraz zorlansa da dükkânı bulmayı başarmıştı. İçeriye ilk adımını attığında burası cennet olmalı diye düşünmüştü. Ta ki Selim'i görene kadar. İlk birkaç cümleden sonra 'bu adam nasıl esnaf olmuş' diye sordu kendi kendine. Sorduğu kitapları getirmek yerine, bulduğu yeri tarif ediyor, kitap hakkında bir şey sorduğunda 'bu yaşına kadar okumadıysan koy onu yerine' gibi cevaplar alıyordu. Enver de boş adam değildi. Tam sert çıkacaktı ki duvarda asılı duran Atsız'ın fotoğrafını görmüştü. Bir anda ağızında 'Atsızcı mısınız?' sorusu çıktı. Selim 'hayır, Türkçüyüm' diye cevap verdi. Bu konu üzerine de biraz konuştuktan sonra Enver tekrar geleceğini söyleyerek o gece çıkmıştı dükkândan. Öyle de oldu. O geceden sonra Enver haftada en az üç defa o dükkâna gitti. Kitap aldı, sohbet etti, temizlik yaptı, yardımda bulundu. Böylelikle 2 yıl boyunca ağabey kardeşten öteye gitmişlerdi. Selim bu yeni şehirde onun tek kıymet verdiği şeydi. Bir de Gökçe...
Gökçe uyumuyordu. Sadece bu olanları kaldıramayacak kadar narindi. Fakat âşık olduğu adam onun bu yapısına tamamen tersti. Enver derslerinde birinciydi. Birinci olduğu bir diğer konuysa kavgacılığıydı. Okul bir yerde mühendislikle alakalı bir zafer kazanmışsa bunun sebebi Enver'den başka bir şey değildir. Aynı şekilde okulun herhangi bir yerinde bir kavga çıkmışsa bunun içinde Enver'in olmama ihtimali yok gibidir. Gökçe şimdi ne yapacağını düşünerek, uyuyormuş gibi yaparak oradan kaçmaya çalışıyordu. İçlerinde Selim'i en çok seven belki oydu. Ama bunu ispat etmek zorunda değildi. Lise yıllarından beri Selim'i tanıyordu. Babası gibiydi. Gökçe şimdi kalkıp gitse Selim bunu anlar, hak verirdi. O da Selim gibi doğru bildiğini yapar, kimseye açıklama yapmaz, yaptığı şeyin doğru olduğunun anlaşılmasını beklerdi. Meliha'dan ise nefret ediyordu. Yıllardır Selim'i ıstıraplar içinde inleten bu kadın hangi hakla şimdi burada oturabiliyordu. Birazda Meliha'yı görmemek için uyuyor gibi yapıyordu. Çünkü şimdi Meliha'yla göz göze gelirse ve O'nun yıllardır Selim'i mahveden aşkını ve inadını gözlerinde görürse dayanamayabilirdi. Şimdi o ilk günleri hatırlamak sırası Gökçe'nindi. Lise yıllarında görüşleri ters düşen babasından kaçacak yer ararken bulmuştu Selim'i. O'nun dükkânında geçirdiği saatler, bizzat veya gözlemci olarak katıldığı sohbetler, Selim'in yazılarını, şiirlerini ilk okuyan kişi olmanın yaşattığı sevinçler Gökçe'nin bugün yaşamasının tek sebebiydi. Selim normal zamanda mahallenin çaycısından isterdi çaylarını. Bir tek Meliha geldiğinde çay demlerdi. Bir de Gökçe çay demlerse içerdi. O kadar sahiplenmişti ki Selim'i sigarayı bıraktırmaya çalışmış, hatta biraz daha şansını zorlayarak evlendirmeyi denemiş, kısmet bile bulmuştu. En azından bir kez görüşmeye ikna etmek için Selim'in peşinde nasıl koşuşturduğunu hatırladı. 'Yahu ne inat adamsın. Bir kez görsen ölür müsün?' sorusuna Selim'in 'Kızım ben bir kez görmekle ölmem fakat hanımefendiye bir şeyler olabilir' demesini hatırladı. Selim tam bunu söylediğinde içeri Meliha girmişti. Sinirliydi. Selim O'nu göstererek; 'Kesin olur' deyip gülmüştü. Gökçe ise 'peh' diye bir tepki vermişti. Umursamaz bir şekilde. Şimdi O'nu o yapan adam içeride can çekişiyordu. Belki ölmüş bile olabilirdi. Ve O'nun elinden hiçbir şey gelmiyordu. Ama o Selim ağabeyine güveniyordu. Ayakta çıkacaktı o bu hasta haneden.