Hücre soğuk ve nemliydi. Duvarlardaki rutubet, beni boğmaya çalışan biri gibi nefesimi kesiyordu. Bu kasvetli ortamda beni hayatta tutan tek şey; hücremdeki tek küçük pencereden içeri giren loş gün ışığıydı. Cüceler idealist ve düzeni seven varlıklardı ve bu yüzden de hücreleri çok iyi bir şekilde kontrol ediyorlardı. Burada bir düzen vardı ve düzen onlar için herşeydi. Buradan bir an önce çıkmalıydım. Her geçen saniye aleyhime işliyordu. Fakat bunu bilmeme rağmen zaman kavramımı yitirmiştim. Her gün 3 öğün yemek ve yalnızlık, sadece yanlızlık... bütün gün boyunca gördüğüm kişiler sadece yemek getirirken gardiyan ve haftada bir kere olan hücre kontrolüydü. Burdan kaçmam gerektiğimi biliyordum ama içimden bir parçam bunun imkansız olduğu gerçeğini yüzüme vuruyordu. Bitmişti, oyun sona ermişti. Kalan ömrüm boyunca burda kalacaktım. Yakında konseyin önüne çıkacaktım ama bunun ne zaman olacağını bilmiyordum. Cüceler ve diğerleri yağmacılar yüzünden çok yoğundu ve bu da benim yargılanma günümü erteleyip duruyordu. Her gün burdan kaçmak için planlar kuruyor ama bir çıkar yol bulamıyordum. Kaçma ihtimalim olan tek an hücre kontrolüydü; ama bu çok riskliydi. Eğer başaramazsam bunun sonuçlarının çok kötü olacağını biliyordum. Hücre kontrolü şöyle gerçekleşiyordu; içeri iki gardiyan giriyor ve biri seni tutarken diğeri de hücreni arıyordu. Eğer onlar tam girerken onları bir şekilde atlatabilirsem bir ihtimal kaçabilirdim; ama bu sadece işin kolay kısmıydı; çünkü hücreden kaçtıktan sonra atlatmam gereken bir sürü cüce vardı. Bu, çok ama çok düşük bir ihtimalle başarıyla sonuçlanacak bir plandı. Artık pes etmiş bir şekilde nemli ve sert tahta yatağımda uyuya kaldım.
'' Kalk şurdan, seni uykucu pislik!'', ses yüksek ve gürdü. Hücre kontrol zamanı gelmişti. Ensemde güçlü kolu hissettim ve yalpalanarak ayağa kaldırıldım. ''Ne dediğimi duymadın mı seni ahmak!'' diye gürledi tekrar. Yaşadığım şoktan dolayı konuşamadım, afallamıştım. Gözümün ucuyla beni tutan gardiyana baktım. Onu ilk defa görüyordum, diğerine göre daha iri yarı biriydi. Yanları kazıtılmış siyah örgülü saçı, zaten sert olan yüz hatlarını daha da agresif gösteriyordu. Tek eliyle deri kırbacını tutuyordu. Göz göze geldik ve bana''Sana cevap ver dedim!''dedi. Cevap veremedim, sanki dilim tulmuştu. Cevap vermediğimi görünce iyice sinirlenerek beni yere fırlattı. Vücudum soğuk zeminle temas etti. Sırtımdaki acıyla vücudum kasıldı ve doğruldum. Kendini artık dizginleyemeyen gardiyan elindeki kırbaçla bana vurmaya başladı. Vücuduma temas eden kırbaç etimde yaralar açıyor ve rutubetli hava tenimi yakıyordu. Birkaç defa vurduktan ve hıncını çıkardıktan sonra nefes nefese kalmış bir şekilde diğer cüceyi çağırdı. Vücudumun her yanı acıyordu. Tam gözüm kararırken o sesi duydum. Biri çığlık atıyordu,''Lanet olsun! Onlar geldi, kaçın, KAÇIN!!!''. Gardiyan bir anda koridora atıldı. Bende vücudumdaki ağrılara rağmen güç de olsa doğruldum. Biraz sonra burnuma o tanıdık yanık kokusu geldi. Hemen hücremin penceresinden dışarı baktım. Zaten hava kararmıştı ve hapishanenin dış cephesinin yarısının alev aldığı çok açık bir şekilde gözüküyordu. Yağmacılar gelmişti. Burdan çıkmam gerekiyordu, hemde hemen!
ŞİMDİ OKUDUĞUN
The Bard
FantasyBen bu topraklarda doğdum. Bu topraklarda büyüdüm. Zamanla dağların ayakları, ormanların gözü oldum. Hiçkimsenin cesaret edemediği zorlukları göze alarak kayıp tanrı Pan'ı aramaya koyuldum. Ben, satirlerin en cesuruyum, ben Bard'ım... (Bu kitap kopy...