Aida
1990, Saraybosna
1990 yılının Mart ayıydı. On dokuz yaşıma yeni basmış, okuldan çıktığım bir gün, yolu uzatarak yürümeye karar vermiştim. Sıcak hava tenimi okşarken, onu ilk kez o zaman görmüştüm. Nehrin üzerinden geçen, yüksek taş köprünün ortasında durmuş, hayranlıkla manzarayı izlerken kollarını köprüye yaslamıştı. Kendinden emin bir duruşu, dünyaya karşı umursamaz bir gülüşü, güneşten kopmuş gelmiş gibi görünen uzun sarı saçları ve küçük bir çocuk hınzırlığıyla parlayan su yeşili gözleri vardı.
Yorgun ve gergin bir gün geçirmiştim. Omuzlarım yaşadığım stresin yüküyle ağrıyor, ayak tabanlarım yürümekten acıyordu. Hayatımda bazı şeyler, pek de yolunda gitmiyordu. Derslerim ağırlaşmış, notlarım düşmüştü. Ailemle aylardır süregelen tartışmam henüz istediğim yönde sonuçlanmamıştı. Çoğu arkadaşım taşınmış, yalnız kalmıştım ve zaten aşk hayatım hiçbir zaman iyi olmamıştı. O zamanlar, bunları büyük dertler sanıyordum. Yaşadığım tüm bu karamsarlıkların içinde, o öylesine dünyaya karşı umursamaz duruyordu ki, bir anda bütün bedenim hiç tanımadığım bu adama çekilmişti. İşte onu, hayatımın böyle kötü bir anında tanımıştım.
Sanki düşüncelerimi duymuş gibi bir anda bana doğru dönmüş ve nazikçe gülümsemişti. Gülüşündeki o kayıtsızlık, uzun zamandır ihtiyaç duyduğum şey gibi hissetmiştim.
"Merhaba, burada mı yaşıyorsun?" diye sormuştu. Boşnakçayı yarım yamalak ve yavaşça konuşuyordu. Buranın yabancısı olduğu belliydi. Yavaşça başımı onaylarcasına sallamıştım. "Sanırım kayboldum. Otelimi bulamıyorum." Çekingen bir tavırla elini ensesinde gezdirdiğinde, uzun sarı saçları alnına doğru düşmüştü.
"Hangi otelde kalıyorsun?"
Bana otelinin ismini söylediğinde gülümsemiştim.
"Otelin yanındaki markette çalışıyorum. Oraya gidiyordum, sana eşlik edebilirim."
"Harika olur. Ama bir dakika." Parmağıyla beni durdurup manzaraya karşı dönmüştü. Gülümseyerek gözlerini kapatmış ve parmağının ucuyla sertçe alnının ortasına dokunmuştu. Şaşkınlıkla güldüğümde, gözlerini açmıştı.
"Ne yapıyorsun?" diye sormuştum merakla.
"Gördüğüm güzellikleri beynime kaydediyorum."
"Neden fotoğrafını çekmiyorsun o halde?"
"Fotoğrafını mı çekeyim? Ne için? Eski bir albümün içinde unutulup gitmesi için mi?" Bu çok kötü bir fikirmiş gibi yüzünü buruşturmuştu. "Böylece ona daha kolayca ulaşabilir ve istediğim her an bakabilirim." Bir sır verir gibi bana doğru eğildiğinde, nefesi tenime çarpmıştı. "Üstelik böylece onları benden başka kimse görmez. Tüm bu güzellikler, sadece bana ait olur."
"Biraz bencilce, ama sevdim." Yürümek için hareket edeceğim sırada yavaşça omuzlarımdan tutup beni durdurmuştu.
"Bir dakika daha." demişti. Su yeşili gözleri yüzümdeki her çizgide yavaşça dolaştığında, utanarak gözlerimi aşağıya indirmiştim. Gülümseyerek gözlerini kapatmış ve yine aynı şekilde alnına dokunmuştu. "İşte oldu." diye mırıldandığında yanaklarım kıpkırmızı kesilmiş, ateşim yükselmişti. Benim yüzümü, hiç unutmayacağı ve başka kimseye göstermek istemediği bir güzellik olarak aklına kaydetmişti. Bu duymadığım, ama yaşadığım en güzel iltifattı.
"Sanırım artık gitmek için hazırsın."
"Son bir şey." Yürüyeceğim sırada yeniden önüme geçerek beni durdurmuştu. "Henüz tanışmadık. Ben Başar." Elini bana doğru uzattığında, yumuşakça elini sıkmıştım.
ŞİMDİ OKUDUĞUN
8372 - Srebrenitsa #başarılıkadın
Fiksi Sejarah1992-1995 Bosna Savaşı. Vatanı için sevdiği adamdan, kendi canından, hayatından ve sonunda oğlundan vazgeçen bir kadının hikayesi. 'Avrupa, Bosna'da öldü.' denilen savaşın, Boşnak bir kadının gözünden en acı tarafları... P.S. : Gerçek tarihten esin...