Merhabalar! Uzun zamandır kurguladığım hikayemi, çok sevdiklerimin destekleriyle yayımladım, şu an çok fazla heyecanlıyım ve umarım beğenirsiniz.Keyifli Okumalar!
Playlist:
Sam Smith -Writing's On The Wall"Hastaneden içeri girdiğimde gördüm onu. İlk aşkım, en sevdiğim adam. Sırtımı dayadığım...Şimdiye dek gördüğüm, görebileceğim en yakışıklı erkek, tam karşımda kanlar içinde sedyede yatıyordu. Başındaki doktorlar ona müdahale ediyorlardı,herkesi içine sığdırdığı o güzel kalbine masaj yapıyorlardı, iğneler vuruyorlardı fakat sevdiğim, gözlerini açmıyordu. Güzel gökyüzünü bana göstermiyordu. İçinde uçsuz bucaksız denizler, kıyısız okyanuslar barındıran gözleri, gözlerime değmiyordu. Bir anda atıldım ellerine, o beni istiyordu. Benim için gösterirdi gökyüzünü bir tek. Pamuk ellerini tuttum, mis kokulu avuçlarına öpücükler kondurdum ama artık kan kokuyordu güzel elleri, avuçları. Hemşireler beni itmeye çalışıyorlardı ama bilmiyorlardı ki onun bana ihtiyacı vardı. Gidemezdim, mavi fenerlerinin ışığı beni bulana kadar, gidemezdim ondan. O fenerlerin ışığıyla görürdüm yanımı, yönümü. Ama fenerlerini yakmıyordu sevdiğim, göremiyordum o dalmak istediğim okyanuslarını. "Babam aç gözlerini, aşkım babam! Geri gel nolursun." diyordum gözyaşlarımın arasından. Gözyaşlarım gözbebeklerimin benziniydi, kaderim ise kibrit çöpünü bırakmıştı benzinimin üzerine. Alev almıştı gözbebeklerim ve alevler yanaklarıma sıçramıştı, geçtiği yeri yakıp yıkıyordu. Bağırıyordum, çırpınıyordum boğuk sesimle, "Geri dön." diye. Sanki, ne kadar bağırırsam o kadar duyacakmış gibi... En sonunda direnememiştim ve doktorlar onu ameliyathaneye almışlardı. Yaslandığım duvardan kayarak yere oturduğumda, yalvarıyordum, "Lütfen Allah'ım onu bana bağışla, lütfen benimle kalsın. Ona gerçekten ihtiyacım var. Lütfen, lütfen..." Gözyaşlarım durmamıştı. Nefesim dikenli bir yumak olmuş soluk borumdan geçmeye çalışırken, ruhum bir sele kapılmış, sürükleniyordu hırçın kayalıklara. Kalbime yapışmış ümit parçalarını avuçlarıma toplamıştım ve sımsıkı yummuştum avuçlarımı. Zaman ve sabır birlikte bileklerini kesip öpüştürmüş, ruhumun boş odasında kan kardeşi olmuşlardı. Ve ruhumu, saklandığım, tortop olduğum duvar dibinde sıkıştırmışlardı. Benimle tıpkı kurmalı bir oyuncakmışım gibi oynuyorlardı. Zaman, kalbimin düzeneğini saat yönünde çevirerek kuruyordu ve sabrın olduğu yöne doğru bırakıyordu, ben ise kurulmuş oyuncak olmanın verdiği aptallıkla sabıra doğru gidiyordum fakat sabıra ulaşamadan zaman beni tekrar avuçlarına alıp yerden yere savuruyordu. Sabır ise kan kardeşini uzaktan izliyor, kalbime dokunmuyordu bile. Sabrın uzaklığı kalbimi dağlıyordu.
Sabrım tükenmişti fakat avuçlarımdaki ümitler halen benimleydi.
İki saat sürmüştü aşkımın azraille verdiği savaş. Sonraysa yenilmişti demir adamım. Gücü yetmemişti demek, savaşı galibiyetle sonlandırmaya. Oysa hep onun gücü olduğumu söylerdi, okyanuslarını topraklarıma dikerek. Buradaydım işte, gücü yanındaydı. Neden kaybetmişti? Neden bana öğrettiği gibi savaşamamıştı?
"Üzgünüm, kurtaramadık... Başınız sağolsun..."
Kalbim kanlı tırnaklarını göğüs kafesime geçirmiş çıkmak için çırpınıyordu. Kalbim; hapsolduğu yerden çıkmak, babamı kanlı avuçları arasına alıp göğüs kafesimde saklamak istiyordu.
Kalbim çığlık çığlığa babamı istiyordu.
Kemiklerim sızlıyordu. Haykırmıştım "HAYIR!"
"HAYIR. O GİTMEDİ..."
"ONU GERİ GETİRİN BANA! LÜTFEN. LÜTFEN!" Doktora yalvarırken, içimdeki umut parçalarımın etrafa saçıldığını biliyordum. İnanamıyordum,hayır inanmak istemiyordum.
ŞİMDİ OKUDUĞUN
KATRAN KARASI
General Fiction"Ben göğün karanlık yüzüydüm, o ise benim kutupyıldızımdı. Ona olan bitmek tükenmek bilmeyen sevgim, yönümü belirliyordu. En kıymetli pusulam, gövdemin yosun tutmuş tarafıydı Altemur Cihangir... Gözlerine katran karası diyordum fakat biliyor...