2002, İzmir, Urla
Ağlamaktan kıpkırmızı olmuş gözlerim, annemin yattığı yatağın buruşmuş çarşafına takılmıştı. Yaklaşık on dakika arayla her seferinde bana onu kaybedebileceğimi hatırlatan bir sesle öksürüyordu. Dizlerim saatlerdir aynı pozisyonda durmaktan uyuşmuş, hatta bir kenarına büzüldüğüm deri koltuğun deseni dizlerime iz yapmıştı. Karnım açlıktan vücudumdaki yağları eritiyordu. Ben kafamda bunlarla meşgulken, babam kapıyı çalmaksızın içeri girdi. Tam o sırada annem ile birbirlerine attıkları bakışları yakaladım. Yanında durduğum süre boyunca bir kez bile gözlerini açmayan, açamayan annem, babamın geldiğini hissetmiş ve gözlerini açmıştı. Babam bana bakmaksızın annemin o derin denizleri andıran masmavi gözlerine, kendi kapkaranlık kuyulara benzeyen kara gözlerini kenetlemişti. Aralarındaki bağı çözmek için yaşım henüz yeterli değildi. Ben de bu sırada babamın sağ gözünden akan o gözyaşını yakaladım. Bunu fark eder etmez kafasını sola çevirdi. Babamın neden ağladığını çözmeye uğraşırken, gayri ihtiyari anneme döndürdüğüm gözlerim, anneme son kez baktığını hiç bilmiyordu...
Birkaç dakika içerisinde neler olduğu yarım yamalak hatırlıyorum. İçeri giren üç dört hemşire, bir doktor, babamın yere yıkılışı, annemin bir melek gibi uzanmış bedeni, sayamayacağım kadar kablo, babam için gelen diğer hemşireler ve doktorların "Hastayı kaybettik" diyen soğukkanlı sesi. 12 yaşında yaşadığım bu büyük travma, benim en değerlimi, annemi elimdem almıştı. Yaklaşık bir saattir serbest bırakmayı akıl edemediğim yumruklarımı gevşettiğim anda kendimi ne kadar sıktığımı fark ettim. Bütün endişelerimin sarılı olduğu düğüm kökünden kopmuştu.
Yalnızca on iki yıldır içinde bulunduğum hayat bana belki de gelmiş geçmiş en büyük oyununu oynamıştı ve hile yapmayı da unutmamıştı.
Günümüz...
Ona olan bakışlarımın hayranlık içerdiğini anlamış olacak ki, anı değerlendirip pürüzsüz yanaklarıma birer buse kondurdu. Ardından bana koca kollarıyla, kocaman sarıldı. Minicik vücudum, kollarının arasında kaybolmuştu. Utancımdan kızaran yanaklarımı gördü ve beni daha fazla utandırmamak için biraz uzaklaşıp "Yemekte ne var bakalım Matmazel ?" dedi. Kokulardan anladığını ifade etmek için dudaklarını birbirine sürterek "mmm mmm!" tarzı bir melodi mırıldandı. Kolundan yakalayıp mutfağa doğru sürükledim onu. "Oturun Bayım" dedim bu sefer de ben yapmacık bir kibarlık yapmaya çalışıyordum. Onunkine benzemiyordu ama bu onun için pek de önemli değildi. Aniden baş gösteren sigara dürtülerimle mutfak masasının hemen üzerinde duran kırmızı paketi alıp "Ben biraz balkona çıkacağım." dedim, "Bayım" diye bir eklentiden sonra sakince balkona doğru bir adım attım. Bu sırada içeriden gelen bir cam sesiyle olduğum yerde zıpladım. Hoş, pek acil bir şey olduğunu düşünmüyordum ama buna rağmen sigaramı söndürüp, içeri girdim. Mutfağa girdiğimde makarnanın yamuk bir şekilde yana yattığını, Ateş'in ise yere dökülenleri bir poşete doldurduğunu gördüm. Sinirli bir bakış attım. Ve bağırmaya başladım. "Kahretsin! Nasıl oldu bu ?!" dedim hışımla. Babam ile kaldığım süre boyunca aniden ve çabucak sinirlenme gibi bir alışkanlık edinmiştim. Ki bu aynı zamanda Ateş'in bir süredir bende değiştirmeye çalıştığı alışkanlığım oluyordu. Tepeme çıkan sinirlerim yumuşayınca, elime bir yaprak kağıt mendili alıp temizlemeye koyuldum. Bittiğinde, Ateş gelip binlerce kez af dilemiş olmasına rağmen yine de gelip bana tatlı tatlı baktı.
~~~
Küçükken her kız bembeyaz bir gelinlikle bir kez de olsa düşlemiştir kendini. Bense hep farklı olanı yaşatmıştım hayallerimde; siyah duvaklı, siyah gelinlikli, simsiyah bir gelin. Ateş'e bunu ilk anlattığımda buna yalnızca gülümsemekle yetinmişti. Annem hep farklı olmanın özelliklerinden bahsederdi... Gitmeden önce... Bense hep karşı çıkardım, kim farklı olmak ister ki, diye. Yine haklı çıktı işte, zaten elimden bir şey gelmezdi de, yine de artık bu sevdiğim nadir taraflarımdan biriydi. Farklılık... Sanırım benim gibi yaşama arzusu eksilerde olan, sevgiye hasret bir kızı düzeltmeyi kendine kişisel bir görev edinmiş Ateş'in bana hissettiği duyguların sebebi...
~~~
Her akşamüstü yaptığımız gibi bugün yine rutinimizi aksatmadan, yürüyüş yapıyorduk. Ateş bunun, içime çektiğim oksijenin, kalbimi iyileştireceğini düşünüyor. Aynı zamanda bir an bile aklından çıkartmadığı, sigaram...
...Benim bütün acılarımı dumanıyla saldığım, serbest bıraktığım, sigaram... Ateş onun bir zehir olduğunu düşünüyor, çünkü o bir zehir. Bütün kırık anlarımı paylaştığım, acılarımla beslediğim, her çekişimde içime giren yoğun dumanın bana getirdikleri değil, benden götürdüğü her parça, benim dünyamın tek gerçek zehriydi...
Zaman buldukça gezindiği o saçma sapan sayfalardaki yazılarda okuduğu kadarıyla açık hava zehirlenen akciğerin onarılması sürecinde gerçekten büyük etkiye sahip bir maddeymiş. Bu yüzden çok önem verdiği günlük yürüyüşlerimizin hiç aksamaması için elinden geleni yapıyor.
Terlemekten yapış yapış olmuş ellerim, Ateş'in hızına yetişebilmek için çırpınıyorlardı. Attığım bir kaç adımın sonunda pes edip, olduğum yere en yakında duran küçük bir yükseltiye çöktüm. Ateş'in bunu fark etmesi için birkaç saniye gerekti ama sonunda dönüp arkasına baktığında benim onu takip etmediğimi anladı. Yanıma gelip ufak, siyah, sırt çantasının içinden çıkardığı su dolu pet şişeyi bana uzattı. Benim eline yapışıp, suyu kapışımı ve kana kana içtiğim suyu kavrayışımı sessizce izleyen Ateş'in bıyık altından güldüğünü gördüm. Gördüğümü hissettirmek için karnına küçük bir yumruk attım. Belli ettirmeden gülmeye çabalayan dudakları aralandı ve kocaman, sımsıcak gülümsemesi yüzüne yayıldı. Kalp atışlarım yavaş yavaş normale dönerken, Ateş doğrulmama yardım etti. Biz yürümeye hazırlanırken gizli numara dan bir çağrı geldi. Açmayıp merak etmektense niçin arandığını öğrenmeyi tercih ettim ve Ateş'e devam etmesini söyleyen bir işaret yaptım. Ateş biraz uzaklaşınca, hala devam eden çağrıyı açtım.
-Evet?
-Anka?
-Ve sen?
-Ben... Ben, ben Gurur.
-Gurur!?!
-Dinle, lütfen kapatma, konuşmamız gereken şeyler var.
-Hiç sanmıyorum yalancı. Ne o, yine mi beni kandırmaya çalışacaksın? Ama bu sefer karşındaki Anka yanlız, güçsüz ve utangaç değil! Hala benimle konuşacak yüzün varsa... Dinliyorum.
-Lütfen yapma bunu bana Prenses, numaranı ne çabalarla buldum biliyor musun? Seni o lanet adamın yanına isteyerek gönderdiğimi düşünmüyorsun değil mi?
-Bu fikre nereden kapıldın? Elbette bu şekilde düşünüyorum. Orada yaşadıklarım, daha doğrusu yaşayamadıklarım... Hepsinin senin hatan olduğunu kabul etmemem için verecek bir açıklaman varsa devam et, yoksa senin gibi bir pislikle daha fazla vaktimi harcamak istemiyorum. Ayrıca, bana bir daha asla ama asla Prenses diye seslenme!
-Korktum. Anlıyor musun beni? Bana savurduğu tehditlerden haberin olsaydı, inan sen de bana hak verirdin.
-Tehdit mi? İnan dediklerin bana hiç ama hiç inandırıcı gelmiyor Gurur.
-Beni seninle tehdit etti, hatta bana annen gibi giden bir canı daha elinden alınırsa yaşayamayacağından bahsetti. Babanın ölümünün sorumlusu olsaydım, beni hala sever miydin sanıyorsun?
-Bu kadar acımasızlık niye, neye peki? Bana söyleyebilirdin, sense beni dipsiz bir kuyuya atıp kaçmayı seçtin. Ben buna çaresizlik değil korkaklıktan başka bir isim seçemiyorum. O babalığa yakışmayan adam beni kilitlediği odamdan sayılı kere çıkarırken, sen vicdanını rahatlatmak için başkalarıyla yatarken...Son sözlerim gözlerimin sulanmasına sebep oldu.
-... şimdi niye senin için önemli oluverdim? Ne menfaatin varsa söyle! Beni yine kandırıp olmayan şeyler düşünmeme yol açarak oyalama.
-Anka... Anka, kapama ne olur, hey, duyuyorsan lütfen benimle yarın öğlen saatlerinde Taksimdeki hep gittiğimiz küçük kafede buluş. Yalvarıyorum sana... Prenses.
Dıt ... Dıt ... Dıt ...

ŞİMDİ OKUDUĞUN
Siyah Papatyanın Beyaz Gölgesi
Chick-LitUpuzun saçları, çillerle kaplanmış tenini okşuyordu. Kimse, ama hiç kimse sıradan değildi. Yalnızca farklıydı... Herkes, her şey, her an, her zaman; Birbirinden bağımsız saç kesimleri, boy farkları, zeka seviyeleri, ten renkleri, medeniyet anlayışla...