Sabahlarımı mahveden alarmın sesiyle uyanıyorum. Alarmı kapatmaya çalışırken telefonumu ve saatimi yere düşürüyorum. Eğilip onları alıyorum bu sırada boynumdaki kolyeyi düzeltiyorum yoksa boğularak öleceğim. Kalkıp lavaboya gidiyorum. Yüzümü yıkadıktan sonra aynada kendimi izliyorum. Omuzlarıma dökülen kısa ve kumral saçlarım var. Açık kahverengi gözlerim, küçük bir burnum ve pespembe dudaklarım var. Burnumun etrafında dikkat çekmeyecek kadar az çillerim var. Bryant onları çok severdi. Onlara The Beatles şarkılarının isimlerini vermişti. Size saçma gelebilir ama Bryant'la olan bu tuhaf konuşmalarımızı çok severdim. Sanırım tuhaf olan her şeyi seviyorum.
Üzerimi giyinip çantamı alıyorum. Kapıdan çıkarken annem bir şeyler söylüyor ama anlayamıyorum. Hava çok soğuk. Okul da pek uzak sayılmaz. Zaten yürümeyi seviyorum. Gökyüzüne bakıyorum, gri bulutlar bana el sallıyor. Sonra kar taneciklerini gönderiyorlar. Bryant da oralarda bir yerde olmalı. Okyanustan sonra gökyüzüne uçmuştur diye düşünüyorum.
Bir anda ayağım kayıyor ve yere yapışmaktan son anda kurtuluyorum. Kar daha hızlı yağıyor. Evden çıkarken annem "Şemsiyeni al Claire" diye bağırmış olmalı. Omuz silkiyorum. Asker yeşili montuma daha sıkı sarılıp okula giriyorum. Sınıfa geçtiğimde yine aynı yüzler beni karşılıyor. Birileri kapının önünde duruyor,birileri fotoğraf çekiliyor, şakalaşıyor, konuşuyorlar. Birileri ders çalışıyor, birileri kavga ediyor. Yüzümü buruşturup en arka sıranın bir önüne geçiyorum. Birilerinin "İlk ders Edebiyat" dediğini duyuyorum. Sonra kapıdan hoca giriyor. Desenli çorapları ve değişik ayakkabıları var. Turuncu bir elbise gitmiş. Sarıya boyattığı saçları omuzlarına kadar uzanıyor. Renkli taşlardan kolye takmış. Bu tuhaf kadını seviyorum. Derse başlıyor, tahtaya bir şeyler karalayıp anlatıyor. O sırada Bryant kafamın içinde gitar çalıp şarkı söylemeye başlıyor. Gözlerimi kapatıp onu dinliyorum. Elvis Presley'den "Always on my mind" çalıyor. Bu şarkı bana kafayı yedirtiyor. Çünkü, giderken bunu söylüyordu. Bryant'ın sesini susturamıyorum. Bir yandan dışardan gürültüler geliyor. Birileri beni dürtüyor. Bir şeyler söylüyor. Bryant susmuyor. Kafamı iki yana sallayıp kendimi zorlayarak gözlerimi açıyorum. Yanımda uzun saçlı bir çocuk var. "Claire, teneffüs zili çaldığından beri gözlerin kapalı, kendi kendine şarkı söylüyorsun. Sesin çok güzelmiş" diyor.
Bu çocuğu sınıfta bir kaç kez gitar çalarken gördüğümü anımsıyorum. Sonra teşekkür edip önüme dönüyorum.
" Yarın gitar getireceğim birlikte şarkı söyleyelim hem dersleri de kaynatmış oluruz ne dersin?" diye soruyor. Kaşlarımı çatıyorum. Ben Bryant' tan başkasıyla şarkı söyleyebilir miydim? Korkuyordum ama akışına bırakmaya karar verdim. "Tamam" diye cevap vereceğim sırada " Unforgiven söyleyelim mi? " diyor. Metallica'nın bu şarkısı, Bryant'ın bana gitarda çalmayı öğrettiği ikinci şarkıydı. Bu sefer yanımdaki çocuğa bakıp "Olabilir" diyorum. İki aydır aynı sınıfta olduğum insanların ismini bilmiyorum. Ne kadar umursamaz birisine dönüştüğümü farkediyorum.Günün geri kalanını evde kitap okuyarak geçiriyorum. Biraz çikolata yeyip, kahve içiyorum. Sonra bilgisayarın başına oturup Bryant'la gezmek istediğimiz ülkelerin listesini çıkarıyorum. Sonra hayaller kurarak uykuya dalıyorum. Rüyamda Bryant, benim için "I want to hold your hand" şarkısını söylüyor...
ŞİMDİ OKUDUĞUN
Always On My Mind
Chick-LitElvis Presley'e minnettarım. Çünkü John Lennon " Elvis Presley olmasaydı, The Beatles da olmazdı" diyor. Ve Bryant da diyor ki " The Beatles olmasaydı, biz de olmazdık"...