Üşüdüğümüz törenden sonra hep birlikte sınıfa geçtiğimizde, teker teker öğrencilerimin gözlerinin içine baktım. Aklımdan neler geçmiyordu ki! Çalıştığım köyü ilk gördüğüm an, sınıfıma ilk girdiğim gün, okuma-yazma öğretmek için sarf ettiğim çabalar, bahçede koşuşturup oyun oynamamız, öğrencilerimle pikniğe ya da onların deyimiyle kıra gidişimiz...
Sınıftan yükselen gürültü düşüncelerime ara vermişti. Mini mini birlerim her zamanki gibi sabırsızlanarak, "örtmeniim!" diye seslenmeye başlamışlardı. Sıraları dolaşıp öğrencilerimi öpmeye, benim için ne kadar önemli olduklarını, onları ne kadar çok sevdiğimi bir kez daha ifade etmeye çalışmıştım. Hepsi de ufak tefek hediyeler getirmişlerdi. 'Hediye getirmeyin, benim için en güzel hediye sizin çok çalışmanız, iyi birer öğrenci olmanızdır.' diye boşuna konuşmuştum anlaşılan... Hediye getirme işi -ufacık ve merkeze uzak bir köyde bile- artık bir âdete dönüşmüş, şart gibi görülmüştü demek ki! Getirilen hediyelerin hemen hepsi annelerinin el emeği, göz nuruydu. Anadolu insanının sevgisini, küskünlüğünü, hasretini, öfkesini sessizce anlattığı eşsiz kilim desenleriyle bezenmiş patikler, her biri farklı bir yaşamı, farklı bir kadının hikayesini anlatan renk renk oyalarıyla tülbentler, çeyiz sandığından çıkıp da buram buram naftalin kokan işlemeli bohçalar, puf puf kabarmış bazlamalar, tel tel dökülen gözlemeler... Tüm bu hediyeler karşısında 'Köy halkı ne kadar hünerli olduğunu göstermeye karar almış herhalde!' diye düşündüm içimden.