Çayırkentli Olmak.

108 13 66
                                    

26 Ocak, 2013, 09.40.

Üzerime hızlıca paltomu geçirerek dışarı attım kendimi. Ocağın soğuğu sert geçerdi bu kasabada. Her kış, illâki hasta olur, kendimi soğuk havaya karşı muhafaza edemezdim. Yine de bir umut, yüzüme vuran soğuk havanın eseri olan soğuk yüzümü, elime üflediğim sıcak havayı ellerimi birbirine sürterek yüzüme götürdüm hasta olmayacağımı ve yüzümün ısınabileceğini umarak. Zaten oldukça geç kaldığım için uğraşmaya gerek duymadığım, bu yüzden de doğru düzgün tarayamadığım saçlarımı birkaç kez parmaklarımı geçirerek düzeltmeye çalıştım. Yaşadığım kasaba tarzı yerde, insanlar erken bir saatte uyanır, durumları pek de iyi olmayanlar genellikle pazara; tarlalarında yetiştirdiği tarım ürünlerini satmak için giderlerdi, ki verimli topraklara sahip olduğumuzdan dolayı şehirden sırf bu ürünler için gelenler olurdu. En organik ve en sağlıklı ürünler kasabamızdan çıkardı.

Bunların yanında, durumunuz daha çok 'normal' sınıfındaysa, şehre gider, orada çalışabilirdiniz; benim gibi.

Eğer durumunuz çok iyiyse de, neden şehirde değil de burada yaşadığınız sorgulanırdı; yan komşumuz, eski futbol maçı yorumcusu Cüneyt Bey gibi. Ona göre, burası huzur demekti; şehir ise, parlayan ışıkların sizi kandırdığı, rüya giysisi giymiş bir kâbustu.

Bunu duyan mahalleli, sözlük anlamıyla, her hafta kaçırmadıkları dizilerinden kat be kat daha önemli olan dedikoduları için kendi aralarında örgütlenmiş, bu konuda doğuştan bir yetenekleri olan teyzeler, "hıh" sesi çıkarmış, "Sen doğru yaşayamamışsın, şehrin suçu yok ki!" demiş, şehri, üstün yetenekleriyle korumaya devam etmişlerdi. Şehir hayatı, onların düşledikleri kadarıyla en azından, ulaşılmazın da ulaşılmazı; sadece seçilmişlerin hakedeceği bir yaşam, bir lükstü. Cüneyt Bey ise, seçilmiş biri değildi artık onların gözlerinde.

Tüm bu dedikodulara rağmen, tavrından ödün vermeyen Cüneyt Bey'se, sadece gülümsemiş ve itiraz dahi etmemişti. Eminim ki, boş bir uğraş olduğunu anlamıştır o da.

Her gün şehir ve kasaba arasında bir minibüs tutulur, sadece bir duraktan -başka durak yoktu- yolcular alınır ve şehir merkezine bırakırdı. Minibüste genelde öğrenciler bulunurdu, şehirde okumak, kasabamızda eğitim imkânının olmaması dolayısıyla bir zorunluluktu. Oldukça soğuk ve dağlık yapısı bunu zorunda kılmıştı.

Cam kenarına oturup nefesimi düzenlemeye çalıştım. Kasabamızdaki tek durak, yaşadığım eve yaklaşık üç kilometre kadar uzaktaydı ve bu kadar koşmak, ciğerlerimin patlayacak olabilme ihtimâlini körüklüyordu kendi içimde.

Dokuz buçukta yakalamam gereken, iş başvurusu yaptığım bir şirketin toplantısını kaçırıyordum, son umut da bu minibüstü. Belki külüstürdü, ama o kadar sabırsız ve hayattan bezmiş imajı veren bir sürücüsü vardı ki, yolda kalsak bizi indirir, "Azıcık hayrınız dokunsun bre köylüler! İteleyiverin şunu be!" der, dağa kadar çıkarttırdıktan sonra bizi bindirir ve oradan bizi şehire kadar uçurmaya çalışırmış gibi geliyordu. Sürücü, üzerindeki bakışlarımı fark etmiş olacak ki bana yan bakışlarından birini sundu.

Cama gözlerimi çevirdim tekrar. Üniversiteyi henüz bitirmiştim ve fazla da başarılı bir şekilde bitirdiğim söylenemezdi. Fakat yine de, en azından bir sekreter olabilecek kadar belgem vardı, hani şu imzalı ve en utanç verici hâlinizin konduğu fotoğrafınızın olduğu belgeler. Bu işlerde pek de iyi değilimdir.

Adım Ravza. Çayırkent Köyü'nün, babamın tabiriyle "Güzel Papatya" sı, annemin tabiriyle "Minik Haylaz" ı, babannemin tabiriyle "Lokum Dilli" si, kardeşimin tabiriyle "Gereksiz Velet Kılıklı Abla" sıydım. Fakat bana soracak olursanız, yalnızca bir yağmur damlasıydım. Hiddetli miydim, ne? Dayanamazdım, özümden gelen yumuşaklıkla konardım bir yaprağa konardım usulca. Hiddet, rüzgârdı. Yağmur, uysallıktı, yağmur olmanın hiddetli, haşin bir tarafı görülmemiştir.

Petrichor.Hikayelerin yaşadığı yer. Şimdi keşfedin