1915 Surları.

50 5 25
                                    


Oturduğumuz masanın etrafında onlarca saatin oluşturduğu "tik-tak" sesi ortama gergin bir hava katarken bunu duymayan iki insanın haricinde yer aldığımdan dolayı gözlerim saatlerin arasında gezinip duruyordu, hatta Saatçi'nin bana baktığını anladığım sırada, sanki ilgi alanımmış gibi bir izlenim vermek için herhangi bir saatin hangi yıla ait olduğunu sormuştum. Saatçi ise tüm saatlerin hikâyesini dahi ezberleyecek kadar anormal bir şahsiyet olduğundan dolayı, bu soru ona zor gelmemiş, "1975." deyivermişti anında.

Şimdi ise, üç kişilik mevcudiyetimizin yaşça en küçüğü olan kızla, -sohbet konusu bulamadığım için yaşını ve okulunu sorup sohbet açmaya çalışmamın başarısızlığının sonucunda elde ettiğim bilgilere dayanarak dokuz yaşında olduğunu biliyordum- Saatçi'nin oldukça keyifli -onlara göre- sohbetini dinliyordum. Benimle konuşurken -düzeltiyorum, konuşma çabalarıma katlanırken- yüzü beş karış olan bu kız, şimdi ellerini anlattığı şeyi desteklercesine heyecanlı bir şekilde hareket ettirirken dudaklarındaki tebessümle havayı bir bahar günüymüş de, kırlarda bayırlarda dolanıyormuş hissiyatıyla doluruyordu. Ha, benimle konuşurken de dışarıdaki soğuk ve şimşek sesleriyle kabarmış korkunç havayı da içeriye taşımış olduğu da bir gerçekti.

"Daha sonra Fuat Bey içeri girdi, tabii sınıftaki rezaleti görünce kıpkırmızı kesilmesin mi adamcağız? Tek söyleyebildiği 'Di-dis-disipline' oldu," Komik bir taklit yapınca Saatçi kahkahasını serbest bıraktı. Çok komik! Ben de gülüyorum, bak, ha-ha-ha. Leylek belgeselleri daha komik be! Yani... Tamam, ucundan komik olabilir, leylek belgeselleri de o kadar sıkıcı değil sonuçta, öyle değil mi? Hani hiç izlemediğimden bilmiyorum da pek? "Sınıfta zaten toptan yirmi beş öğrenci var, hepsi disipline gitmeliymiş ona göre... Ne disiplinsiz okulmuş, müfettiş gelse karşılarında dik duracak hal bırakmamışız... Sonra bizim Sınıf Başkanı'nı çağırdılar tabii. Eh, o da bizim Samet, ele başı! Görmeliydin, alnından boşanan terlerle su kıtlığını durdururdu vallahi!"

Eğlenceli -göreceli bu kelime, bilesiniz- sohbet böyle süregelirken yemekler toplanmış, yerine çaylar gelmişti. Adının Şüheda olduğunu öğrendiğim kız susmak bilmiyor, fakat yeri geldiğinde öyle uslu oluyor da Saatçi'yi dinliyordu ki, çoğu kez yer ve zaman güncellemesi yapmam gerekiyordu kendi içimde.

"Yağmur da durdu," dedi heyecanla Şüheda. Pencereye şöyle bir göz attım, oysa ki yolcu yolunda gerekti; bir misafir kalıcı olmakla da uğraşmıyorsa, ne diye yağmurdan kaçıp sığındığı yerden, yağmurun dinmesiyle ayrılmazdı ki? İyi bir misafir olmadığımı söyledim kendime. Biraz da azarladım. Sonra kendi içime suçlu bir çocukmuş gibi yumulup pencereden gözlerimi çekerek Şüheda'yı dinlemeye koyuldum. Ne zaman fark edilecektim acaba? "Hani beni lunaparka götürecektin?"

"Lunaparkta da ne buluyorsa?" dedi Saatçi, masada kalan son bardağı ona uzatmamla tepsiye koyup mutfağa ilerlerken. Şüheda, bu sözün üzerine omuzlarını düşürdü. Aldığı bu dolaylı olumsuz cevabın kaynağının ben olduğumu düşünüyor olduğunu surat ifadesinden anlayabiliyordum. Fazla bile kaldım, diyerek paltomu alıp İspanyol dizisi klasik aldatılmış kız çıkışı yapmayı dilerdim fakat Saatçi'nin yeğenini lunaparka götürecek olması beni aldattığı anlamına gelmezdi ki, iki günlük tanıdığım biri için bu his söz konusu bile olamazdı. Hayır hayır, içimdeki his bu değildi. Doymazlıktı!

Evet, Saatçi'nin sohbetine karşı doyumsuzdum, ama bugün onun sohbetinin zerresini dahi alabilmiş değildim. Bu anlamda, aslında kızgın olması gereken kişi bendim, Şüheda değil. Ama eminim o da, sadece başından geçmiş olan olayları anlatırken neler kaçırdığının farkında değildir. Şüheda çok şanslıydı. Kuvvetli bir kıskançlıkla söylüyorum ki, Saatçi'yi elimde geçerli bir sebep olmasa bile görebilme imkânım olsaydı, sınavda ülke birincisi olsam dahi, dilime kelepçe vurur, susardım. Her ne kadar her dediği sonucunda, fazla da alışkın olmadığım bu bedbaht hisler vücûdumu sarıyor olsa da, mis'âl; utanç.

Petrichor.Hikayelerin yaşadığı yer. Şimdi keşfedin