Yağmurun Getirdiği Misafir.

83 7 36
                                    

Sert rüzgâr, kaldırıma çarpan sert adımlarımın sesiyle bir orkestra oluşturmuş, kışı özet geçen bir senfoniyle, giydiğim kalın monta rağmen hissettiğim üşüme hissine şaşmamamı söylüyordu sanki. Kulaklarımda, "Yine hasta oldun, değil mi? Bir büyüyemedin,"  diye bana kızan annemin, sert olmayı başaramamış sesiyle devam edişi yankılanıyordu, "Al şu nane limonu, mercimek çorbası da yapsam güzel olur aslında... Yorganı kafana çek, o nane limon da bitecek ha, ona göre!". Bu sonbahar-kış dönemlerinde sık sık yakalandığım gribe tuz biber olan Melih vardı bir de, "Az zorlasan burnundan çıkan beyninle hem beyninin varlığını, hem de zombi olduğunu kanıtlayacaksın, ha gayret! Anne, markete gitmişken koliyle peçete alayım mı? Ablamdan aşırdım parayı, çıkıyorum ben!".

Bu soğukta neden dışarıdaydım o hâlde? Cüzdanımdaki paranın, kardeşim tarafından çalınmasını sevecek kadar aklımı da kaçırmadıysam da...

Geriye tek bir ihtimal kalıyordu bir ay önceki ben için. İş. İşten mühim bir şey yoktu benim için, daha doğrusu eski ben için. Neden olsundu ki? Karnımı doyurabiliyordum, girdiğim şirket itibariyle de gerek ailem ve akrabalar tarafından olsun, gerek arkadaş çevrem tarafından olsun, bir iftihar çerçevesiydim. Daha fazla ne isteyebilirdim ki?

Önünde durduğum oldukça eski, bakıma muhtaç, fakat bu hâliyle bile gözü doyuran bir görüntüsü olan, tepesine iliştirilmiş, sanki gökten inen yıpranmış bir ip dışında bir tutunağı yokmuşçasına duran paslı tabelanın üzerindeki yazı, işte bu bir ay önceki ben ile şimdiki ben arasındaki en büyük farkı oluşturuyordu;

"Âfâk Saatçi Dükkânı"

Saatçi! Sadece, bir yelkovan, bir akrep ve insanın hayat döngüsünü kıtalara ayıran sayı tanecikleri. Onları bu kadar etkileyici hâle getiren neydi ki gözümde? Babamın yemek masasının karşısına iliştirdiği, 1961 yapımı olan antika saate her baktığımda aklıma aynı satırların gelmesi mümkün müydü?

"En güzel hikâyeler, maalesef kitaplarda yazılı değildir. Aslında yazılı olması güzel olurdu, ama hiçbir kitap, size bir yüzücüyü, yüzücü siz olmadığınız sürece yüzücü olmayı, nefes nefese kalmayı, titremeyi hissettiremez. Siz kendinizi, kitapların en azılı okyanusuna atmadığınız sürece."

Hangi yazardı acaba, bu kadar itibar ettiği, satırlarını günlük konuşmalarına yansıtacak kadar itibar ettiği? Hem ne demekti bu, "kitapların en azılı okyanusu" ? Her zaman derin düşünen, her noktadan virgül çıkaracak kadar öte dünyada yaşayan kişileri kaybeden olarak görmüşümdür. Şayet, yaklaşık iki yıl öncesi konuşmayı tamamen kesmiş olduğum Filiz de öyle biriydi. Bir defteri vardı yanından ayırmadığı. Annesinin çeyizinden kaçırdığı küçük dantel parçalarını özene bezene defterine yerleştirir, ne zaman bir şiire duyar, işitir; bulunduğu yeri ve zamanı unutur, şiiri anında ezberler ve o küçük deftere armağan ederdi. Hatırlıyorum da, Matematik öğretmenimiz ona ceza olarak defterini alır, gün boyunca vermezdi onu derste yakalayınca. Gün boyunca kendi içindeki feryatlarla adeta boğuşur, bir şiir duydu mu, kendince Matematik öğretmenine ceza verirmiş gibi o deftere yazardı. Yıl sonu defter kontrolünde pek şanssızdı doğrusu.

Ne mi oldu Filiz'e? Defteri hâlâ durur, hâlâ onu okur, duyduğu şiirleri ise hâlâ ezberler... Canı çıkar, bu huyu kurumaz neticesindeydi onun durumu. Öğretmendi ve ülkenin en amansız yerlerinde, zor iklim koşullarında edebiyat dersi vermekteydi... Daha iyi bir durumda olduysa da ilgimi çekiyor değildi, içinde yaşadığı duygu sellerinden hayata hiçbir zaman mantıklı bakamamıştı ve ne yaptıysa da karşılığını alıyordu.

Önünde durduğum dükkânın içindeki, aklımda gezinip duran sözlerin sahibi de Filiz'den pek de bir farkı mevcut olmayan birisiydi doğrusu. Fakat bu hissi bilir misiniz? Olur olmaz yerde aklınıza hücûm eden sözler, yine olur olmaz yerde afallatır sizi, pençeleri altına alır. El mecbur, düşünürsünüz sözleri üzerine. Sonunun nereye gideceğini, aynı şekilde belki de hiçbir şey anlayamamanızdan mukabil, olduğunuz yerde pinekleyeceğinizi. Şaşırtıcı bir şeydir ki, bende belirtileri görülen durumda, her ikisi de vardı.

Sözleri hem anlamış, hem de anlamamıştım. Zıt durumlar nasıl bir kardeşlermiş gibi hem kalbimi, hem beynimi örseliyorlardı peki?

Durum şuydu, sözleri anlamıştım, derin düşünen insanların laf salatalarıydı işte, neden kafa yorsaydım ki? Anlamadığım nokta ise, ben neden anladıklarım üzerine, anlamamış gibi düşünüyordum ki? Adam öyle bir laf salatası yapmıştı ki, varsa eğer bir soru cümlesi, soru işareti bir taneyse; cevaplar yüzlerceydi.

Daha da garibiyse, ben cevaplardan birini bile bulmuş gibi hissetmiyordum. Garipti işte, bu his de nereden çıkmıştı böyle?

Saatlerce dolanıp durdum o sokakta. Bu dükkânla tanıştığım gün nasıl ve nereden yolu karıştırdığımı anlamıştım mesela, kuşların hangi yöne göçtüğünü takip etmiştim ya da... Bir de kuşlara takılır şu şailer, Çaycı Hayri'nin çatısına kadar yol izliyordu işte, geri kalan yolu muamma olsa da, bu muammalık üzerine edebiyat yapmak da neyin nesiydi?

Kaldırım taşlarını saya saya ilerleyedururken, tam da Âfâk Saatçi Dükkânı'nın önündeyken gürültülü bir şimşek sesiyle başlayan sağanak yağmur, üzerimdeki paltomla beraber şemsiyenin yokluğuna bir şenlik içerisindelermiş gibi, tepeden tırnağa ıslattılar beni, benliğimi.

Bak, bak! Şu yaşa gelmişim, böyle sözler söylemediğim hayatımda alt tarafı müptelası olduğum saatçi dükkânın önünde başlayan yağmura yüklediğim anlamlara bak! Haftalık çalışma sendromuma verilmiş bir mola olan pazar gününü, tüm hayatım boyunca kafamda  oluşturduğum duvarlara meydan okuyarak geçirmem, akla mantığa sığar durum değildi doğrusu. Şu anki durumum da pek farklı değildi ya, neyse.

Ben kafamdaki düşüncelerle uğraşırken, beklemediğim bir hadise meydana geldi saniyeler içinde. Sağanak yağmurun çehresini örttüğü Âfâk Saatçi Dükkânı'nın pek muhterem tekerlekli sandalyeli'si, dükkânın kapısını aralamış, içeriden bana ellerini savurarak "Gel, gel de içeri gir!" mesajı veriyordu. Tekerlekli sandalyesinden dolayı kapıyı sonuna kadar açamamıştı bile, ama anlaşılan o ki bunu umursuyor değildi; belki de alışmıştı.

Sanki ayaklarım, omuzlarında yıldızları olan bir generalin emrini almış gibi harekete geçmişlerdi. Garip, vücût, beyin dışında başka yöneticilere mi ihtiyaç duyuyordu sanki?

Kapıya henüz vardığımda, yağmurdan kaçamamış, gözlük camları ıslak, tekerlekli sandalyesinin üzerinde duran bacaklarına serdiği eski, kahverengi battaniyesinin yağmur tanelerinden dolayı  rengini koyulaştırıp siyaha yol aldığı fakat bunu hiç önemsemeyen surat ifadesiyle Saatçi duruyordu karşımda. "Saatlerdir size rastgeldim, en sonunda yağmur da başlayınca bana da fırsat doğdu tabii,-"

"Ne fırsatı?" Aklımdan kötü senaryolar bir film gibi geçip giderken gözlerim, adamın masum suratına bakıp yalanlıyordu beni. Sanki "ben" diye nitelendirebileceğim her şey savaştaydı benimle; ruhum, kalbim, hatta biyoloji dersinin sevmememden ileri gelen (zavallı varyant, her hikâyesinde biyolojiye nefretini belirtmekten sıkılmadı, okuluma buradan selamlar :') organlar konusundaki bilgisizliğime rağmen, hepsi, hepsi bana cephe almıştı yahu!

"Sohbet arkadaşı!" dedi hayatımda şahit olduğum en garip Saatçi, gözlük camlarında süzülen yağmur damlalarına rağmen gözlerindeki saklayamadığı, muhtemelen bunun için pek de çaba sarf etmediği parıltısıyla beraber. Son derece naif olan bu dükkânın kapısını kapatmadan önce havayı, oksijene muhtaç kalmış gibi birkaç kez soludu ve bariz bir şekilde mutlu olan ifadesiyle, "Akşam yemeği için eşlik etmez miydiniz?"

Beynim, her zaman yaptığı gibi bahane üretmeye çalıştıysa da, saatlerimi burada harcadığımdan ve neden harcadığım konusuna bu mekânda cevap bulabilme ihtimalimden, belki yüzsüzce, belki de sorgulatacak derece heyecanlı bir tavırla, "Tabii ki olur!" dedim. Aynı saniyeler aklıma gelen bir farkındalık, utanç dalgasıyla parmaklarım birbirini buldu ve "Haftasonumu nerede harcasam diye düşünüyordum ben de." diyerek kısık sesli bir gülüş sundum kendisine.

İçeriden gelen on üç- on dört yaşındaki bir kız sesinin, "Abi, nerede kaldın?" diye seslenmesinin ardından, gülümseyerek cevap verdi Saatçi, "Sizi ağırlamaktan büyük bir keyif duyacağız öyleyse."

Merhaba!

Kendilerine fazla güvenip de insanları kınayan insanların karşılarına Saatçi gibi insanlar çıkarmaya bayılıyorum. Hadi o zaman dans!

Yorumlarınızı bekliyorum, beğendiyseniz yıldızlara uçmayı unutmayın.^^

Sevgilerimle.

-Uranüslü Biri.


Petrichor.Hikayelerin yaşadığı yer. Şimdi keşfedin