Göz kamaştırıcı beyazlıkta tavanı ve duvarları olan küçük bir odadaydı. Üzerinde bir battaniye vardı. Sert bir şeyin üzerinde yatıyordu. Ama beynindeki karıncalanma yüzünden havada uçar gibiydi. Karıncalanma sırasında sesler yükseliyor, sonra uzaklaşıyordu...
Önce bir erkek sesi, " Ailesinin durumu nedir? " diye sordu.
Bir kadın sesi, " Babası ölmüş." Dedi. "Annesinin gelmesini bekleyemezdik, çünkü şehir dışında uzakta oturuyor."
Erkek, "Öyleyse, onay formu konusunu ne yaptınız?"
Kadın," O konuyu merak etmeyin. Kızın bir işi var. Şehirde amcası var, büyükbabası ve büyükannesiyle yaşıyor. Polisin onlara haber vermesini sağladık."
Erkek," Çok korkmuş olmalılar."
Kadın," Hı...hı. Amca buraya geldiğinde çok korkmuştu. Ama sorun çıkarmadan onay formunu imzaladı."
" Evet, buraya kadar iyi. Yaptığımız iğne onu ameliyathaneye kadar idare eder."
" Emin misiniz doktor? Bana karsi koyacak bir tipmiş gibi göründü."
" Bir an için kendine gelebilir. Ama yeniden uyuyacaktır."
" Umarim siz haklı çıkarsınız. Ondaki gibi bir apandisitle..."
" Evet oldukça kötü. Daha önce hiç bu kadar sert bir karın gördüğümü hatırlamıyorum."
Bridie o anda olanları hatırlamaya başladı. Bir sedyede yatıyordu. Önce bir cankurtaran vardı. Ondan da önce kendisine yaklaşan zemin. O karışıklıkta çaresizlik içinde onu sakinleştirmeye çalışan Peter McKinley'in sesi, " Tamam, tamam ben şimdi bir cankurtaran çağırıyorum." Cankurtaranlardan sonra ise, kendisine son derece uzak, içinde milyonlarca yıldızın döndüğü bir gökyüzünde hastaneye taşındığını fark etmişti. O yıldızlara bakmak Bridie'ye korkunç bir yalnızlık duygusu vermişti.
Daha sonra Bridie'ye korkunç şeyler yapmışlardı. Biri vücudundaki tüyleri tıraş etmişti. Odada bir doktor vardı- o anda arkasında duran kişi. Sesini tanıyordu. Ve bir rahibe. Arkasında duran kadın, o hoş, kırmızı suratlı Rahibe MacPherson'du." Hayır, hayır Bridie, sen onay formunu kendin imzalayamazsın. Çok gençsin. Sadece on beş buçuk yaşındasın." Ardından doktor bir iğne yapmıştı. Çok uykusu gelmişti, çok...
Bridie, yeniden uykuya dalmamak için karşı koymaya çalıştı. Bu kadar zayıf olduğu için kendine kızdı, doktorun işin başında kendine iğne yapmasına izin verdiği için kendinden nefret etti. Kendisi bir şairdi öyle değil mi? Bu tecrübeden yararlanmak, onu sözcüklere dökmek için uyanık kalmalıydı. Ona hiç aldırış etmeden dönüp duran yıldızların altında kendini çaresiz ve yalnız hissettiği bu korkunç dakikalar. Mutlaka bu durumda bir şiir yazılabilirdi. Şu anda şiiri düşünmeliydi. Yıldızlar, yıldızlar... Yıldızlarla kafiye oluşturacak hangi sözcük vardı?
Sedye hareket etti. Aşağılarda bir yerde lastik tekerlekler dönüyordu. Kendisini adeta tavanın altından kaydırarak başka bir yere, bembeyaz, gölgelerin olmadığı bir yere götürüyordu. Orada, tavanda hapsedilmiş bir güneş gibi parlayan göz kamaştıran bir ışık vardı.
Güneşin beyaz hücresinde sağa sola gidip gelen, beyaz elbiseli, beyaz maskeli insanlar vardı. İçlerinden biri bu hapishanenin baş gardiyanı olmalı diye düşündü. Çünkü ona saygıyla "efendim" diye hitap ediyordu. Sahipleri görünmeyen eller onu sedyeden alıp sert bir yere, tam büyük ışığın altına koydular. "Efendim" dedikleri gelip eğildi, yüzüne baktı. Bridie gözleri ve ince kaşları dışında yüzünü göremiyordu. Gözler kahverengi, pırıl pırıldı. Yumuşak bir ifadeyle bakıyordu. Onun durumundaki bir adamın gözlerindeki yumuşak ifadeyi anlayamadı. Gözlerden söz etmek istedi, ama sadece uykulu bir sesle sorabildi:
"Siz başgardiyan mısınız?"
Kahverengi gözler kahkahayla parladi. Maskenin ardından gelen boğuk seste de kahkaha vardı.
"Ben senin doktorunum Bay Wright'ım."
Sesi tam bir ingilizin sesiydi. İçinde bulunduğu uykulu halde onun sözlerini anlamak çok güçtü.
"Endişelenme hayatım." Kahverengi, pırıl pırıl gözler hâlâ gülümseyerek kendisine bakıyordu. Adamın yabancı gibi gelen boğuk sesi Bridie'nin kulağına ulaşıyordu. "Burada cerrah olarak yaşadığım deneyimler bana siz İskoçların çok güçlü bir ırk olduğunu gösterdi. Özellikle gençler çok güçlü oluyor. Şimdi derin bir nefes al. Ben de seni çok kısa zamanda sağlıklı biri haline getireyim."
O sırada adamın sağ omzunun arkasından bir yerden kenarları siyah, metal çerçeveli bir hortum ortaya çıktı. Bridie bir anestezi maskesi gördüğünü fark etti. Bayılma düşüncesine bile karşı koyamadan hortum kendisine doğru yaklaştı,kenarı yüzüne dayandı. Hortumun ucu plastik kokuyordu. Bridie'yi lastikten başka tatlı, iç bayıtan kokuyu koklamaya zorluyorlardı. Koku onu mahvediyor, beyninde yaşayan Bridie'yi bir ışık huzmesine çeviriyordu.
Dönmekte olan ışık huzmesinin ortasındaki kara noktadan, çok uzaktan bir ses,
"Hâlâ karşı koyuyor." Dedi. "Musluğu biraz daha aç."
... Ve ışık bölünmeye devam ediyor, milyonlarca yıldıza ayrılarak muazzam, koyu mavi bir kütle halinde dönüyordu. Bridie'nin kütlenin içine çekilirse o da patlayacak, minik yıldızlar gibi parçalanacak, ölecekti. Tanrı'ya inanıyordu. Yıldızların hepsi şimdi bir araya gelmeye başladı. Hepsi gruplar halinde toplanıyor ve büyük harflerle pırıl pırıl TANRI sözcüğünü oluşturuyordu. O anda bu sözlükten başka hiç birşey yoktu. Sözcük homurdanarak kendisine doğru geliyordu ve bir sesi vardı. Bridie'ye haykırıyor, yaklaşıyordu ve Bridie ölmüştü.
ŞİMDİ OKUDUĞUN
YUSUFÇUK YILLARI...
FantasyÇantasında Peter'dan gelen bir mektup vardı. Dunkirk'ten önce göndermeyi başardığı son mektup. Mektubu çıkardı ve özlemle başlığını okudu." Sevgilim ve tek aşkım." Peter bir yerden altını yapmıştı. Ama Bridie de sözlerinin duygularını yeterince ifad...