3.BÖLÜM "İLK TANIŞMA"

10 0 0
                                    

Bridie yavaş yavaş narkozdan çıkmaya başladı ve ardından bilinci yerine geldi. Sabah olmuştu, bir hastanenin koğuşundaydı. Kendini hasta hissetti. Cerrahın açtığı yara zonklayarak ağrıyordu. Bir hemşire gelip üzerine eğildi.
"Dinle canım. Peter McKinley adında genç biri var. Kendisi senin için cankurtaran çağırmış ve sürekli telefon edip seni soruyor. Ama akrabalar dışında kimseye bilgi vermemiz yasak. Belki senin söylemek istediğin bir şeyler vardır."
"Pek sayılmaz." Dedi Bridie. Sesinin bu kadar zayıf çıkmasına kendi de şaşırmıştı. "Sanırım iyi olduğumu söylemeliyim. Ve tabii..." Bridie, hemşirenin kendisine gülmesinden korkarak sustu. "Ona çok teşekkür ederim. Yani cankurtaran çağırdığı için..."
Hemşire gülümsedi. Bridie yanından ayrılıp gitmesini seyretti, sonra, aynı anda başka birisinin de kendisini izlediğini fark etti. Koğuşun öteki tarafında, kızıl, karmakarışık saçlı bir kadının yattığı yatağın yanındaki bir yatakta oturmakta olan şişman, iri yarı bir kadın vardı. Acıma ile merakın birbirine karıştığı bir ses tonuyla şişman kadın sordu:
"Rahim miydi yavrum?"
"Apandisit", Bridie o anda daha  fazla bişey söylemek istemedi. Böylesi daha iyi diye düşündü. Zaten bu kısa cevap bile zayıf kadının homurtuları arasında kaybolmuştu.
"Saçmalama Liz. O kadar genç birinde ne zamandan beri rahim hastalığı oluyor?"
"Kız kardeşim küçükken", diye başladı Liz, "sadece on dört yaşındayken, inan bana, Chrissie Telfer, regl dönemleri için ameliyat olmak zorunda kaldı."
Bridie gözlerini yumdu. Peter McKinley'in hastaneye telefon etmesine hayret ederek bir süre yattı. Peter tekrar tekrar aramıştı. Düşünceleri bu sefer ona huzur veren derin bir uykuyla kaybolup gitti. Bu uykuda ameliyatın daha sonraki kabusu yoktu. Tekrar uyandığı zaman öğleden sonra olmuştu. Koğuş ziyaretçilere doluydu. Annesi yatağın ucunda oturuyor, küçük kardeşi William ayak ucunda dikiliyordu.
William korkmuş görünüyordu. On iki yaşındaki ince yüzünde oldukça iri duran gözleri vardı. Ne zaman telaşla saçlarını karıştırsa, dimdik duran tutamlar şimdi de öyle görünüyordu. Bridie, endişelendigi için kardeşine sevgiyle bakarak gülümsedi. Çocuğu sakinleştirmek için karışık saçlarıyla alay etti.
"Yine saçların dimdik olmuş. Küçük bir kirpi gibisin!"
William bu şaka karşısında rahatladı ve gülümsedi. Ama Bridie sesinin hâlâ zayıf çıktığını fark edince paniğe kapıldı. Gözleri yaşlarla dolarak başını annesine çevirdi ve kendisine doğru uzanıp kendisini saran kollara mutlulukla teslim oldu.
"Haydi, haydi, bitti artık." Annesinin sesi her zamanki gibi huzur doluydu. Gül yaprakları gibi düzgün ve pembe yüzü Bridie'nin yüzüne çok yakındı. Annesi, altı yıldır sürekli yaptığı gibi, yine siyahlar giymişti. Çevresindeki lavanta kokusu, elbisesinin ciddi havasını yumuşatmak için taktiği tek şeyden, boynundaki lavanta renkli eşarptan yayılıyordu.
"Bir gün annem ölecek olursa", diye düşündü Bridie, "onu daima hep böyle hatırlayacağım. Şefkatli, daima siyahlar içinde ama hep bir gül gibi pembe yanaklı ve hep lavanta kokularıyla."
Annesi konuşuyor, bir apandisitin ameliyat gerektirmeden önce daima ağrı ile uyardığını anlatıyordu. "Neden bize söylemedin?" Diye Bridie'ye sordu. "Neden büyükannene ağrıdan söz etmedin? Ya da hafta sonları ve tatilde köye, bana  geldiğin zaman söylemedin?"
"İngizlice sınıfım." Diye mırıldandı Bridie kendini koruyan kollara. "Akşamları İngizlice dersine gitmeme engel olurdun."
"Ah, Tanrı aşkına! İngilizce dersine gitmezsen herhalde dünyanın sonu olmazdı!"
"Benim için olurdu!" Bridie hızla bu sözleri söyledikten sonra, annesinden geri çekildi. "Sana daha önce de soyledim anne. Benim için şiir yazmaktan daha önemli hiçbir şey yok. Ama yazmak çok zor. Dil hakkında başarılı olmadan önce her şeyi öğrenmelisin. İngilizce derslerim olmadan bunu nasıl başarabilirim?"
"Para kazanmak da çok zor Bridie. Özellikle son günlerde herkes işsizken daha da zor. İşini kaybetmemek istiyorsan, sağlığı ve gücünü her şeyden önde tutmalısın."
"İyilesecegim." Bridie yatakta doğrulup oturdu. Kararlı bir ifadeyle annesinin gözlerinin içine baktı. Aniden William araya girdi.
"Ahh, rahat bırak ablamı anne. Eğer kavgaya bu kadar hazırsa, yakında İyilesecek demektir."
Anneleri bu sözlere güldü. "Bak şu konuşana", diye karşılık verdi. "Güçlü bir iradeye gelince, aranızdan su sızmıyor."
William bu sözlere aldırış etmedi. Bridie'ye yaklaşarak sordu. "Bize ameliyatı anlatsana. Çok korktun mu?"
Bridie tam ne kadar büyük bir dehşet yaşadığını anlatmak için ağzını açmışken, her zaman William için hissettiği koruma içgüdüsüyle aniden sustu. İçinden bir ses onu uyardı. "Ya bir gün oda ameliyat olursa?" Diye sordu Bridie. "Kim ben mi korkmuşum? Neden korkacakmışım? Ameliyat insanı korkutacak birşey değil ki. Hiç zor değil."
"Ama bizi korkuttun." Dedi annesi. "Dün akşam George amca koşarak seni buraya getirdiklerini söylemeye gelince, çok korktuk. Ama hastaneyi arayıp da ameliyattan çıktığını öğrenince rahatladık tabii."
"Ben de seni ziyaret etmek için okuldan tam bir gün izin aldım" dedi William neşeyle, "o da hiç fena değildi."
Bridie bu sözleri duyunca gülmeye başladı. Birden dikişleri gülmenin ne kadar acı verdiğini keşfetti. "Bu konuda seni uyarmalıydım." Diye bağırdı annesi. "Hareket etme canım. Gülmeyi bizlere bırak. Konuşmayı da."
Bridie kendini yastıkları bıraktı. Ne kadar halsiz olduğunu hissedince bu sözleri kabul etmekte zaman kaybetmedim. Çok geçmeden koğuşun dışındaki zilin tiz sesi yarım saattlik ziyaret saatinin bittiğini haber verdi. O sırada hemşireler çay servisine başlamıştı. Birden koğuşta ayrılmakta olan ziyaretçilere çay servis arabaları birbirine karıştı. Bridie annesi ve Wiliam'la vedalaşmaya zaman bulamadan eline bir çay fincanı tutuşturdular. Bridie bir kez daha koğuşun öteki tarafındaki iki kadını şişko Liz ile kızıl saçlı Chrissie Telfer'ı fark etti. İkisi de birbirleriyle hararetli bir konuşmaya dalmıştı.
Yine rahimlerden söz ediyorlardı. Anlaşılan bu konu Liz'i oldukça büyülüyordu. Bu konu ve o diye söz ettiği başka bir şey. Bridie çayını yudumladı, verilen kurabiyeleri yemeye çalıştı ve bu arada onun ne olduğunu çözmeye çalıştı. Konuşma Liz'in kocası John'a ve onun "haklarına" gelince, Bridie neden söz ettiğini anladı. Kadın regl dönemlerinden ve bir bebek daha sahibi olmaktan ne kadar çok korktuğunu anlatıyordu.
"Bir düşün Chris." Dedi Liz. "Ben elli bir yaşındayım ve o hala beni bırakmadı. Elli bir! John bana karşı hep iyi davrandı, onun haklarını asla kısıtlayamam. Ama sana söylüyorum, bu yaşta bir daha asla bir çocukla başa çıkamam ben."
"O beni kırk üç yaşındayken bıraktı." Dedi Chris, yumuşak bir sesle. "Doktor Johnson'a ne yapman gerektiğini sorabilirsin. O bir kadın doktor olduğuna göre, kendisiyle erkeklerden daha rahat konuşabilirsin.
Bridie aniden bir şey hatırladı. Kazayla bir çekmecede bulduğu bir kitabı nasıl incelediğini. Kitabı çok iyi incelenmişti. Çünkü kitap nasıl bebek yapılmayacağı üzerineydi. Kitap gizli olmasaydı, annesi çekecenin dibine saklamazdı. Koğuşta çevresine baktı. Şişko Liz'in neden bu tür bir kitap edinmediğini merak etti. Liz konuşmayı sürdürüyordu.
"Soracağım Chris. Hem de bugün açıkça soracağım. Bu yaşta, bir bebek daha mı doktor? Bu beni öldürür diyeceğim."
Şişko Liz sahneye çıkmalı diye düşündü Bridie. Ağzından çıkan her bir söz büyük bir tiyatro edasıyla söyleniyordu. Sahnede... Aklında bu söz yankılandı fincanı yerine bıraktı. Acaba şişko Liz üzerine bir oyun yazabilir miydi? Daha önce hiç oyun yazmayı denememişti. Üstelik artık sağ tarafıda ağrımıyordu. Eğer hareket etmezse, ağrımıyordu. Tabii William'a güldüğü gibi kahkahayla gülmediği sürece. William ve annesi. Ailesini yeniden görmek ne kadar güzeldi. William ve annesi...
Ameliyat sonrası yorgunluğu beyni bir kez daha beynini teslim alırken, yine uykuya daldı. Uyandığında, koğuşta bir hareket olduğunu fark etti. Şişko Liz'in yatağı çevresindeki perde çekilmişti. Perdenin arkasında beyaz giysili bir kadının görünmesiyle kaybolması bir oldu. Chris, Bridie'yle göz göze geldi. Ağzını açıp kapatarak "Dr.Johnson" dedi.
Bridie, yattığı yerde doğruldu. Chris de dimdik oturuyordu. Koğuşta ki öteki kadınlar da. Bridie diğerleri gibi gerilediğini hissetti. Bu yeni heyecan karşısında, ameliyatı geçmişin önemsiz bir parçası oluvermişti.
Dr. Johnson yeniden ortaya çıktı. Açık renk saçlı, sıradan bir yüze sahip bir kadındı ve yüzünde şimdi hayret dolu bir ifade vardı. Koğuşun sonunda hemşire Liz'in yatağının çevresindeki paravan kaldırdı ve tekrar yerine döndü.
"Ne dedi? Doktor sana ne söyledi Liz?"
Hemşirenin beyaz giysisi ofisin kapısından içeri kaybolur kaybolmaz, Liz soru yağmuruna tutuldu. Bridie'nin sesi ötekilerin daha çok çıkıyordu. Ama şişko Liz'in tam bir oyuncu olduğunu fark etti. Bütün sahne ışıkları üzerine çevrilmişti ve bu anın tadını çıkarmaya kararlıydı. Uzun uzun yorganını düzeltip rahatça yaptıklarına yaslandıktan sonra, konuşmaya başladı.
"Dr. Johnson'a planladığım gibi anlattım. Ama bir şey söyleyeyim, kendisine iyi bir erkeğim olduğunu en başında anlattım. Onun hakları olduğunu başında söyledim. Adil davrandım, dürüst konuştum. Kendisi de evli olduğu için beni çok iyi anladı. Erkeklerin nasıl olduğunu iyi biliyor. Ama..."
Liz bu noktada susarak koğuştakilere baktı. "Rahmime ulaşmak için beni kestikleri o ameliyatı biliyor musunuz?"
Herkesten sabırsız ve olumlu mırıltılar yükseldi. Ama Liz'in hiç acelesi yoktu. "İşte" diye devam etti, "galiba o zaman şansımı kaybetmişim. İşte bu bebek sahibi olma işinin fallop kanallarıyla ilgisi varmış. Sanırım öyle dedi. Ama kanal dediğinden eminim ve beni açtıkları zaman o kanallara ulaşmışlar."
Bridie midesinin biraz bulandığını hissetti. Anlatılanlar iğrenç olmaya başlamıştı. Sargılarının altındaki ameliyat yerini hatırlamaya başladı. Ama Liz tam gaz anlatmaya devam ediyordu. Dr. Johnson'a içini dökmüştü, zaten sekiz çocuğu olduğunu ve elli bir yaşında çocuk sahibi daha olmaktan çok korktuğunu söylemişti.
Liz oturduğu yerde doğruldu. Kollarını havayı kucaklarmış gibi ileri uzattı. "Ve sonra" dedi, "sonra, Dr. Johnson bana sarıldı ve dedi ki," Ulu Tanrım!" Liz sözleri bu sefer daha fazla vurgulayarak tekrarladı, " Ulu Tanrım! Bilseydim tüpleri keserdim!"
Bridie, kahkaha atmamak için kendini zor tuttu. Oturduğu yerde aşağı doğru kayarak, yatağa uzandı, battaniyeyi başına çekerek hem kahkahasını bastırmaya hem de hissettiği acıya aldırış etmemeye çalıştı. Tek gözüyle battaniyenin arasından bakınca, sadece kendisinin Liz'in hikayesinden etkilendiğini fark etti. Çevresindeki herkes ciddiydi. Hepsi, Liz'in yarattığı gergin havanın tadını çıkarıyordu. Bridie'nin kafasında birden bir ışık yandı. Her zaman böyle olurdu. Birden gördüklerinin önemli olduğunu fark etti.
Bu kadınların yaşamı can sıkıcıydı. Hastanede olmak, belki de başlarına gelen en heyecan verici şeydi ve Liz, farkında olmadan yarattığı gerilimle, belki de onların tanıdığı en ilginç kişiydi. Ona, ya da onun gibi birine ihtiyaçları vardı. Bu da hem üzücü, her nedense biraz da dokunaklıydı. Bu duyguyu ancak bir şiir ifade edebilirdi. Yoksa bu konuda da yanılıyor muydu? Belki de bu dokunaklı, gülünç hava, başka bir yazı türüyle ifade edebilirdi. Belki bir kısa öyküyle. Ya da daha önce düşündüğü gibi bir tiyatro oyunuyla...
"Bridie. Bridie  McShane."
Bridie silkinerek kendini topladı. Gündüz hemşiresi, yanında Peter McKinley ile yatağının ayak ucunda durmuş kendisine bakıyordu. Peter gülümsüyordu. O anda Bridie de gülümsediğini fark etti. Hemşire ikisine de baktıktan sonra, ciddi bir tavırla:
"Unutma Bridie, konuğun bir akraba değil. Bunlar resmi ziyaret saati de değil. Ziyarete izin vererek kuralları çiğnemiş olduk. Ama fazla uzun sürmesin. Bunu da sana çok yardım ettiği için yaptık. Anladın mı?"
"Evet, hemşire."
Hemşire, sırtı dimdik, beyaz bir bulut gibi gözden kayboldu. Peter'ın yüzündeki gülümseme bütün yüzüne yayıldı. "Hepsi böyle mi?" Diye sordu. "Başçavuş gibi."
"Sanırım kendilerini öyle gösteriyorlar." Dedi Bridie. "Aslında hepsi çok nazik. Ziyaretçiler konusunda katı kuralları var. Bugün senden önce annem geldi, bana onları anlattı."
Peter konuşurken yatağın yanına gelmişti. Bir elinde solmuş, saatler önce alınmış  gibi görünen bir buket papatya, öteki elinde kenari geniş şapkası vardı. Yatağın kenarındaki komodinin üzerine papatyaları bırakırken, özür diler gibi,
"Annemin bahçesinden, pek iyi değiller, ama şehre inip daha iyi çiçek alacak zamanım olmadı." Dedi.
Bridie, "hayatımda ilk kez birisinden çiçek alıyorum." Demek istedi. "Bence çok güzel çiçekler." Ama utandığı için bu sözleri içinden geçirdi. Birden aklına geldi. Ne de olsa, Peter McKinley ile arkadaş sayılmazlardı. Sadece aynı sınıfı paylaşan iki insandılar ve bu olaydan önce belki birbirlerine sadece bir iki cümle söylemişlerdi. Üstelik o Bridie'den iki buçuk yaş büyüktü. Bridie Peter'a göre çocuk sayılırdı, herhalde sadece kibar davranmaya çalışıyordu.
"Teşekkür ederim." Dedi Bridie. Sesi, kendi kulağına bile uzak ve soğuk gelmişti. "Zahmet etmen büyük nezaket."
"Hiç zahmet değildi." Peter utanmış görünüyordu. Tuhaf bir sessizlik oldu. Bridie, yatağa oturmasını işaret ederek sessizliği geçirmeye çalıştı.
"Bana senin telefon ettigini söylediler."
"Evet." Peter şakasının kenarını düzeltti, başını öne eğdi. "Seni alıp götürdüklerinde öyle bir durumdaydın ki, ben..." Tekrar göz göze geldiler.
"Sana karşı kendimi sorumlu hissettim."
"Cankurtaranı çağırdığın için mi?"
Peter bu sözleri duyunca güldü. "Birinin çağırması gerekti. Sanırım hiç hatırlamıyosun. Ama sen çığlık atarak yere düşünce Bay Kendall paniğe kapıldı, ötekiler de öyle."
"Senin disinda herkes."
"İlk yardım dersinde Kızıl Haç eğitimi almıştım. Elbette kurs insanı uzman yapmıyor, ama acil durumda en önemli şeyin aklı başında ve sakin kalmak olduğunu öğretiyor."
"Sana çok şey borçluyum." Bridie'nin bu sözleri söylerken sesindeki çekingen ifade Peter'ı da utandırdı. Yine bir sessizlik oldu. Bridie, annesi ve erkek kardeşini görmekten nasıl mutlu olduğunu, onları pek sık göremediğini, büyükbabası ve büyükannesiyle ile yaşadığını anlatarak sessizliği geçiştirmeye çalıştı.
"Eve gidip gelmek masraflı oluyor." Dedi. "Annem şehirden çok uzakta oturuyor. Kazandığım para hergün eve gidip gelmeme yetmiyor. Ama Tanrı'ya şükür tatilimi annemle geçireceğim. Dört gözle o günü bekliyorum."
"Ne çabuk!" Peter onun kısa süre sonra yataktan çıkıp koşarak gideceğini düşünmüş ve şaşırmıştı. "Ben de sana kendini nasıl hissettiğini soracaktım." Diye sürdürdü. "Ama o kadar ileriyi düşünüyorsan, demek ki kendini iyi hissediyor olmalısın."
"İyiyim." Dedi Bridie, "elbette yaram biraz acıyor. Ama onun dışında gerçekten iyiyim."
"Hiç öyle görünmüyorsun." Peter şimdi Bridie'ye  bakıyordu. Masmavi gözleri vardı. O gözlerdeki bir şey Bridie'yi rahatsız etti. Peter aniden söze girdi.
"Çok küçük görünüyorsun."
"Ama zaten küçüğüm." Bridie şaşırarak ve itiraz edercesine baktı. "Küçük erkek kardeşimden daha büyük sayılmam. O henüz on iki yaşında bile değil."
"Onu demek istemedim." Dedi Peter. "Yani şu anda küçük görünüyorsun. Sağlıklı çocuklar nasıl hastalanınca yatakta küçük görünürlerse, öyle. Belki halsiz demek daha doğru olur ve daha küçük."
"Kendimi toparlarım." Dedi Bridie kararlı bir sesle. Kendine, bu kaybolmuş küçük ve çaresiz küçük kız gibi görünmek lüksünü tanımayacaktı. "Çok daha iyi olacağım. Aslında şu berbat Apandisit alındığına göre, bak göreceksin, çok çabuk işime döneceğim."
Peter bu kararlı ses tonuna gülmeye başladı. "Evet, görüyorum. O kadar çok enerjin var ki, ne çeşit bir işte bu enerjiyi tüketebilirsin, onu düşünüyorum."
Bridie duraksadı. İstemeden gözlerini komodinin üstünde duran küçük, boynunu bükmüş çiçeklere çevrildi. Peter da bakışlarını izledi. Adeta Bridie'nin aklından geçenleri okumuş gibi çığlık attı.
"Ohh, olamaz! Olamaz!"
"Evet" dedi Bridie özür diler gibi. "Korkarım bu doğru. Ben çiçekçide çalışıyorum. Peter gülmeye başladı. İçten gelen neşeli bir gülüşü vardı. Dikiş yerleri ağrımasaydı, Bridie de ona katılmak isterdi. Gülmeye çalıştı ama ardından yalvardı.
"Lütfen yapma, dikişlerim..."
"Evet Bay McKinley, hastanın dikişler!" Gündüz hemşiresi yatağın kenarında gardiyan gibi, aniden belirivermişti. "Bu tip ameliyatlardan sonra gülmeye ve öksürmeye izin veremeyiz. Kural bu. Hem zaten..." iyice temizlenmiş, kocaman eliyle cebindeki saati çıkarıp baktı ve uzatıp Peter'a gösterdi. "Ben size on dakika dedim. Süreniz doldu!"
Peter yüzü aniden ciddileşti ve ayağa kalktı. Ama gözleri hala gülüyordu. "Teşekkür ederim. Bende gidiyordum. Ama belirli ziyarey saatlerini söylerseniz..."
"Cumartesi ve pazar günleri saat üç ile dört arası. Ayrıca bir hastaya bir seferde ikiden fazla ziyaretçi yasak." Hemşire makine gibi kuralları sıraladı. Peter tekrar Bridie'ye gülümseyerek;
"Öyleyse, izin verirsen, bu cumartesi ya da pazar günü yine gelirim."
"Ama gelemzsin!" Bridie, şaşırarak hemşireye baktı. "Annem, erkek kardeşim, amcam, dedemler hepsi sırayla hafta sonu gelecekler. Annem söyledi, eğer bir seferinde ikiden fazla ziyaretçiye izin verilmiyorsa, seni almazlar."
Peter düş kırıklığına uğramıştı. "Gelecek çarşamba da gelemem. O gün çalışıyorum."
Hemşire omuzlarını daha da dikleştirerek, "Öyleyse her şey çözümlendi." Dedi. "Bridie önümüzdeki hafta sonu hastaneden çıkmış olacak. Böylece hafta sonu ziyaretini de tartışmaya gerek yok." Ziyaretin daha fazla uzamasına izin vermeyeceğini gösteren bir tavırla saatini cebine koydu. Bridie,
"Ama nekahetten sonra yine Bellwood'daki derslerime döneceğim." Dedi. "Buradan çıktıktan dört hafta sonra."
"O zaman orada görüşürüz" dedi Peter. Gülümseyerek vedalaşır gibi elini havaya kaldırdı. Sonra kararlı bir tavırla koğuşun kapısına doğru yürüyen hemşirenin peşinden gitti. Hemşire gibi dimdik yürüyordu ve dönüp arkasına bakmadı. Ama Bridie dönüp kendisine bakmak istediğini hissetti.

YUSUFÇUK YILLARI...Hikayelerin yaşadığı yer. Şimdi keşfedin