-Demek normal değil davranışlarım öyle mi? Hanginizin davranışları normal, söylesene bana! Her şey üstü üstüne geldiğinde 'bu insanlar çok garip, çok saçma ve çok salaklar' diye içinizden geçirenler sizler değil misiniz?
Edimo yutkundu. Boğaza bir şeyler düğümleniyordu. Garip hareketlerine o anda örnek bulamıyordu belki ama Robert derinlerde bir yerde bulduğu bir hakikatı söylemişti ona. Belki de yağmur fısıldamıştır, kim bilir? Robert derin bir iç çekip lafına devam etti:
- İlk günden bu kadar hararet yeter. Madem benden sorumlusun, git bana bir limonata getir.
Odadan çıkmak için bahaneler diyarında gezinen Edimo bunu duyduğunda biraz olsun rahatladı. Arkasına dönüp kapının menteşesine elini koymuştu ki Robert seslendi:
- Hey, sen beni mi bunak mı sandın? Odaya edebiyatsız girip edebiyatsız çıkacağını gerçekten düşündün mü yani? Kapının arkasından -sesini çocuk sesi gibi yaparak- 'fazlasıyla efendim' demesini biliyordun. Haydi, bana yağmuru izlerken üstüne diyarlar kurup dolaşabileceğim bir edebiyat ver.
Edimo. bu "edebiyat alıp verme" işini tam kavrayamadı ama heralde ünlü bir şairden ünlü bir dize ona iyi gelir diye düşündü. Geriye dönüp ağzını açtı, bir saniye bekledikten sonra:
- Yağmur hatırlatıyor ansızın, sudan yaratılmış bedenimi. Edimo bunu söyler söylemez kendisine küçük yazar demesinden utandı. Hep böyle olurdu zaten. İlham gelmeden yazılan şiirin cezasıydı bu utanma. Ama Robert'ın gözleri doldu nedense. Çocuğa teşekkür eder şekilde baktı ve tekrar cama döndü. Dudakları titreyerek:
-Hepimiz, dedi zorlukla. Hepimiz geri döneceğiz. Bu laf ucu balçıkla sıvanmış keskin bir ok gibi girdi kalbine. Edimo koridorda mutfak yazan yeri arıyordu. İlerlerken açık kapıdan uzanan esmer bir bayanın kafası onu korkuttu. Bayan nazik bir sesle:
-Bay Robert limonata mı istiyor? Soruyu sormasıyle arkasında tuttuğu limonatayı ona doğru uzatması bir oldu. Yüzünde pamuk yumuşaklığı bir gülümseme. Edimo kendisine teşekkür etti ve tekrar odaya yöneldi. Kapının önüne geldiğinde yine ayın durumu yaşamak istemediği için internetten ünlü bir şairin sözünü buldu ve içeri girdi. Edimo sözü söyler söylemez Robert kime ait olduğunu ve eserin adını söylüyordu. Üstelik söyleyiş tarzında hiçbir bilmişlik kokusu yoktu. Gözlerinin içine baka baka gözlerinin bağıra bağıra "ben biliyorum görüyor musun?" demiyordu çağın insanları gibi. Robert limonatadan bir yudum aldı. Mavi ama sıvası yavaş yavaş dökülen odanın içindeki bir anlık sessizlik ikisini de düşünce ormanlarında gezintiye çıkarmaya yetiyordu. Sıvaların dökülmesiyle oluşan grilikler mavilerle sanki bir desen oluşturmuş gibiydi. Sağ en üst köşede tüplü bir televizyon vardı. Televizyondaki haberler hep aynıydı. Ölümler, patlamalar, ülkelerin karşılıklı restleri, bombalarla ortadan kalkan şehir demeye bin şahit isteyen yerler... Kahverengi gözlerini televizyon ekranından cama çevirdi. Edimo'ya televizyonu işaret etti:
- Dışarıdaki hayatı sevmiyorum, buradaki hayatı da pek sevdiğim söylenemez. Ama tüm bu olanlardan uzak kalmanın yolu burada kalmak. Öylesine yalnız, öylesine düşünceli, öylesine soluk yeşilli bir hayat... Edimo damarlarına kadar bu düşünceye katılıyordu.
- Ama edebiyat, dedi Edimo. O da bunlardan kurtarmaz mı insanı? Robert tekerlekli sandalyeyi egzima olduğu anlaşılan elleriyle çevirdi ve :
- Bu dünyadan okuduğun sayfa kadar ayrılırsın Edimo. Edebiyatın gücünden kaybettiği bir şey yok. Bir türk yazar var bilmem tanır mısın ? Sait Faik. Ne diyor biliyor musun ?
- Hayır, Bay Robert. Bilmiyorum.
- "Cinayetler şiirin olmadığı yerlerde işlenir."Edimo durdu. Koptu birkaç saniyeliğine. Artık huzur evinde değildi. Yeni iyotla temizlenmiş düşünce havuzundaydı şimdi. Bu duyduğu cümleyi üstü zamanın tozlarıyla kaplanmadan bir rafa koymalıydı. Kahverengi, tahta, gökyüzünüm her renginin bulaştığı anıların saklandığı bir raftı bu. Ancak fazla zamanı yoktu. Bir kaç dakika içinde çıkmazsa boğulabilirdi. Düşünceler hep düşünülmek isterdi. Bir an düşünmeyi bıraksan gün boyu peşini bırakmaz hep başında dolanır dururdu. Nihayet cümleyi yerine teslim etti ve dünya kıyısına vardı. Robert bu olayı biliyordu, kendi de yaşıyordu bunu :
- Bir dahaki sefere, dedi Robert. Erken gelmeye çalış. Uzaktan havale geçiriyor gibi duruyorsun.
Edimo bir an utandı. Gerçekten de böyle mi duruyordu uzaktan yoksa Robert yine espri mi gerçek mi olduğu belli olmayan bir şey mi söylemişti? Saat geç oluyordu. Diğer "tanışmadığı" arkadaşları saat 5 olduğun gibi huzur evini terk etmişti. Huzur evinde sessizlik vardı.
- İşte bu, dedi Robert. Çoğumuzun arayıp da bulamadığı şey. Hiç beklemediğimiz yerde geliyor istediklerimiz. Yalvarıp yakardıklarımız... Ne kadar da sabırsızız, değil mi Edimo?
-Evet. Diyecek bir şeyi yoktu. Doğru sözün üstüne söz söylemek de çok boş olurdu zaten. Artık gitmeliydi. İçinde sohbetin tadı, kapının dışında yağmurun misafirperverliği... Kelimelerini toparladı:
- Efendim, müsade edersiniz ben gideyim. Yarın görüşmek isterdim ama haftasonu. Pazartesi görüşürüz Allah izin verirse.
Atkısını boynuna doladı. Koyu kahverengi saçlarını eliyle taradı. Robert tekrar cama döndü. Yağmur dinmişti. Elini güle güle der gibi kaldırdı. Nefesini iyice çekip bırakırken günün son sözünü söyledi:
- Güle güle genç edebiyatçı. Güle, güle...
Günler böyle gelip geçiyordu. Biraz edebiyat, biraz limonata. Camdan dışarı karın masum beyazlığını, sonbaharın renkli gelinliğini, baharın ferah nefesini, yazın çiçekli portresini izlediler. Ta ki Robert'ın gördüğü rüyayı anlatana kadar.
ŞİMDİ OKUDUĞUN
Hayatımın 4 Sonbaharı
FantasiaÜniversite 4. Sınıf öğrencisi Edimo'nun staj görevi huzur evindeki bir yaşlıya yardım etmektir. Ancak bakmakla görevli olduğu yaşlı hiç de normal değildir. +Ne yani gerçekten döndün mü? - Döndüm ama yarım aydan farkım yoktu artık. Gökyüzü bula...