Odamın kapısının hafifçe aralanmasıyla başımı okuduğum kitaptan kaldırdım. Kapının çıkardığı kulak tırmalayıcı sese aldırmadan yüzüme samimi bir gülümseme yerleştirdim. Elindeki çay tepsisiyle gelen dadım Mary'di. Bu koca dünyadaki kapana kısılmış ruhlardan atım dışındaki sevdiğim tek kişi.
"Merhaba," dedim elimdeki kitabı ahşap masanın üzerine bırakırken.
"Merhaba Victoria," diye mırıldandı dadım gülümsememe karşılık vererek. "Sevdiğin kurabiyelerle biraz çay ve süt getirdim."
"Teşekkür ederim," dedim ve masadan kalkarak pencerenin önündeki ipek kumaşlarla kaplı sandalyeye yerleştim. Mary, elindeki tepsiyi önüme bırakırken üzerinden buharlar yayılan süt bardağını elime alıp dudaklarımın arasına yerleştirdim. Annem hastalığı yüzünden ölmeden önce tıpkı dadım gibi bana her gün süt ve kurabiye getirirdi. Büyüdüğümde ise annemi hatırlatan alışkanlıklarımı da beraberimde getirmiştim.
Tepsidekileri bitirdiğimde Mary, bir şey söylemek istermiş gibi karşıma dikildi.
"Hadi söyle artık," dedim bakışlarımı üzerine dikerken.
"Neyi?" diye sordu aklındaki her neyse tahmin etmiş olduğuma şaşırarak.
"Ne söylemeyi düşünüyorsan," diye yanıt verdim.
Biraz duraksadıktan sonra nihayet konuşmaya başladı.
"Babanızın bugün akşam yemeğinde misafirleri var prenses. Hazırlanmaya başlasak iyi olur, akşama ancak yetişiriz."
Mary, bana sadece ciddi bir konudan bahsederken prenses diye hitap ederdi. Anlaşılan bu akşamki misafirlerimiz önemli kişilerdi.
"Peki," dedim neden bu kadar gerildiğine anlam veremeyerek. Babamın hemen hemen her akşam yemeğinde saraya davet ettiği misafirleri olurdu. Bazılarına ise özellikle beni de davet ederdi. Bazılarında ise varlığımla yokluğumu fark ettiğini sanmıyordum.
"Saçlarını taramamı ister misin?" diye sordu dadım düşüncelerimi bölerek. Mary, bu saraydaki isteyerek kibar davrandığım tek kişiydi. Diğerlerine sadece görevimi yerine getirmek amacıyla yaklaşıyordum.
Gülümseyerek başımı salladım ve ayna masamın önüne oturdum. Fil dişi tarağımı eline alarak belimden aşağı dökülen kızıl saçlarımı taramaya başladı. Kızıl saçlarım ve buz mavisi gözlerim annemden bana geçen bir özellikti. Babam ise siyah saçları ve uzun boyuyla heybetli bir adamdı. Tıpkı dadım saçlarımı taramaya devam ederken izin istemeden odaya dalan ağabeyim Edward gibi.
"Güzeller güzeli kız kardeşim," diye bağırdı yanımda dikilip selam vererek. "Şimdiden hazırlanmaya mı başladın?"
Sevecen siyah gözleri üzerime dikilmiş, yeni tıraş olmuş yüzü beyaz tenindeki hafif kızarıklarla kendine gösteriyordu. Yirmi yaşında olmasına rağmen daha büyük görünüyordu ve baş döndüren bir yakışıklılığı vardı. Tüm İngiltere soylularının da onun peşine düştüğü düşünülürse yakışıklılığı sarayın sınırlarını çoktan aşmıştı. Benim aksime bu hayatı seviyordu ve hiç dile getirmemiş olsa bile biran önce babamın ölümünü beklediği kesindi. Kral olup tahtın kendisine kalması için.
Yanağıma sulu bir öpücük kondurdu ve her zaman ki şeylerden bahsetmeye başladı. Balolar, kraliyet yemekleri ve güzel kızlar.
Bana göreyse o yakışıklı Edward ve kuş beyinli Edward'dı işte. Nasıl bir kral olacağını şimdiden tahmin edebiliyordum. Babamdan bile daha kötü olacağı kesindi. İç çekerek şimdiden İngiltere halkına acıdım ve bir kez daha bu aile içinde doğmamış olmayı diledim.
ŞİMDİ OKUDUĞUN
Kayıp Prenses
Historical FictionNot: Sayılar ön yargınız olmasın. "Sevgili kızkardeşim Victoria. Her ne kadar kendine saraydan uzak bir hayat seçmiş olsan da Morris soyadından kurtulamazsın..." KRAL EDWARD. *** Ortaçağ İngilteresi'nde kaybolmuş bir prenses. Aslında kayıp değil. Hi...