"Bu renk sana çok yakıştı," dedi Edward üzerimdeki gül kurusu elbiseye bakarak. "Gözlerinin rengini ortaya çıkarmış."
Ağabeyimin bir prens olarak devlet yönetiminden daha iyi bildiği bir konu vardı: Kadınlara iltifat etmek.
"Teşekkürler Edward," dedim buz gibi bir sesle.
"Hadi ama," dedi surat ifademden memnun olmayarak. "Bu kadar asık suratlı olursan Andrew seninle evlenmekten vazgeçebilir."
"Umarım," dedim ve Edward'ın şaşkın bakışlarına aldırmadan dadımın koluna girdim.
Yavaş adımlarla at arabasına doğru ilerlerken yanımızdaki eşlikçilerin duyamayacağı kadar kısık bir sesle sordum.
"Ne kadar kalacağız?"
"Birkaç gün sanırım," diye yanıt verdi dadım iyi görünmeye çalışarak. Benim çökmüş omuzlarıma karşılık dimdik duruyor ve güçlü görünmeye çalışıyordu. Bense bugün Dawson Malikanesi'ne gideceğimiz için atmış rengimle bir ruhtan farksızdım. Kendi cenaze törenime katılsam bu kadar zorlanmazdım. Andrew'i tekrar görecek olmak midemi bulandırıyordu. Hatırladığım kadarıyla gözleri sişmekten patlayacak gibi duran ve göbeğiyle yarışan yanaklarının içinde kaybolmuş gibi görünüyordu. İğrenç gülümsemesi de cabasıydı. Andrew, iyi biri olsaydı belki onu sevebilirdim. Ama o da diğer soylular gibi halkı hiçe sayarak zenginlik içinde yaşayan bencilin tekiydi işte. Ne yazık ki tıpkı babam ve ağabeyim gibi.
"Keşke at üstünde gidebilseydik," diye mırıldandım koca bir iç çekiş eşliğinde.
Dadım "Prenseslere yakışmazdı," dedi fısıldayarak.
"Özellikle de nişanlı prensesler," diye karşılık verdim.
Sonunda at arabasına yerleştiğimizde eşlikçilerle birlikte yola çıktık. İki atlı muhafız sağımızı ve solumuzu kapatmış, bir at arabasıysa arkamızdan bizi takip ediyordu.
Babamın bu adamları beni korumak için mi yoksa her ihtimale karşı kaçmamı engellemek için mi yanımızda sürüklediğinden emin değildim. Her ikisi de olabilirdi. Söylediğine göre İngiltere'deki en büyük düşmanımız olan Richard ailesi bu evlilikten hiç memnun kalmayacaktı ve bana herhangi bir suikast girişiminde bulunabilirdi. Babama ya da Edward'a da aynı zamanda.
Richardlar'ı çocukluğumdan beri bilirdim. Henüz ailenin hiç bir üyesini görmemiştim ama Edward'la onların düşmanlarımız olduğunu öğrenerek büyümüştük. Söylenenlere göre biz doğmadan önce babam kral olduğunda onu öldürmek için girişimde bulunmuşlar ve tahtın kendilerine ait olduğunu iddia etmişlerdi. Bazen bunun gerçek olmasını diliyordum. Keşke İngiltere tahtı babam yerine Richardlara kalsaydı ve ben de bu hayattan kurtulsaydım. Ama bunların hiçbiri olmamıştı ve zaman geçtikçe yol uzun olsa da Andrew Dawson'a yaklaşıyordum.
Müstakbel nişanlıma.
Gözlerimi kalın kumaşın hava gelmesi ümidiyle açık bırakılan kısmından ormana çevirdim. Patika yol, sonsuz yeşilliğin arasında bize yol gösteren tek şeydi. Güneş ağaç dallarından ormana süzülemedigi için ağaçların yaprakları himayesinde yeşeren otlar cılız kalmış, orman yaz ayında bile serin kalarak bunaltıcı havayı büyüleyiciliğinin üzerinde gizlemişti. Derin bir nefes alarak yeşilliğin neredeki havaya bulaşan kokusunu içime çektim. Birkaç gün, diye düşündüm kendi kendime.
Dawson Malikamesi'nde geçireceğim birkaç gün ne kadar kötü olabilirdi ki? En azından Kral Henry, atımı yanıma almama izin vermese de (bu yolculuk için cılız ve güçsüz olduğunu söylemişti) dadımın benimle gelmesine müsade etmişti. Ayakta durmamı sağlayan tek şey Mary'nin de yanımda olmasıydı.
Yolculuk devam ederken sürekli aynı yerden mi geçiyoruz diye şüphelenmeden edemedim. Dışarıda birbirini tekrar eden ağaçlardan ve aynı patika yoldan başka bir şey görünmüyordu.
"Durun," diye emrettim atı süren seyise ve yanındakilere. Herkes tedirgin bir şekilde yüzüme baktı. Babam olmadığına göre kontrol bendeydi ve burada söz sahibi olan kişi bendim. Emirlerime uymak zorunda olmalılardı.
Seyis bir an tereddüt etse de durdu. Açıklama yapma gereği duyarak "Molaya ihtiyacım var," diye bağırdım.
Yanımdakiler anlayışla kafalarını sallarken memnuniyetle gülümsediler.
At arabasından inip gözlerimi manzaraya diktim. Her türlü kuşun sesi bir arada, nefes kesen güzelliği ve gizemiyle devasa bir ormanın içindeydik. Herkesin benden emir beklediğini fark edince gözlerimi etrafta gezindirmekten vazgeçip eşlikçilere döndüm.
"Herkes yiyecek ve diğer ihtiyaçlarını giderebilir. Bir süre konaklayalım," dedim. Atlı muhafizlardan birini nöbete bırakarak diğerleri yemek hazırlamaya ve insani ihtiyaçlarını gidermeye girişti. Dadıma dönerek "Atın birini alıp biraz uzaklaşmam gerek," dedim.
Endişeli gözleri telaşla parıldarken "Ben de geliyorum," diye mırıldandı.
"Biraz yalnız kalsam iyi olur," dedim. "Hem halkımın gözü önünde bazı ihtiyaçlarımı giderip rezil duruma düşmek istemiyorum. Malum bizim insan olduğumuzu düşünmedikleri kesin."
Dadım sesimdeki alaycılık yerine ne için uzaklaşmak istediğimi anlayarak rahatlamış bir şekilde başını salladı.
O, diğerlerine durumu açıklamaya çalışırken ben de muhafızlardan birinin atını alıp üzerine bindim. Tamamen siyah tüyleri olan atı okşayıp rahatlatmaya çalıştım. Huysuz bir at olduğu her halinden belliydi.
Sonunda herkesten uzaklasabildiğimde atı bir ağaç gövdesine bağlayıp aynı ağacın dibine elbisemin kirlenmesini umursamayarak oturdum. Nasıl olsa yanımıza sonsuz sayıda elbise almış olmalıydık.
Nefes nefese kalmıştım ve buraya geliş hızımdan mı yoksa ruh halimden mi olduğunu anlamayarak gözlerim yaşarmıştı. Fazla rüzgarda gözlerim her zaman yaşarırdı.
Önümde iki yol olduğunun farkındaydım. Ya diğerlerinin yanına dönüp görevimi yerine getirecek ve müstakbel nişanlımla karşılaşacaktım. Ya da buradan olabildiğince uzağa gidip soyadımdan ve diğer her şeyden kaçacaktım.
Diğerlerinin beni yakalamadan ne kadar uzaklasabileceğimi bilmiyordum. Bir şekilde hayatta kalmayı başarabilirsem kendimi gizlemenin bir yolunu bulabilirdim. Dadımı da yanımda götürüp başını belaya sokmak istemiyordum. Üstelik birinin Edward'la ilgilenmesi gerekiyordu. Babamla Edward'ın arası, babamın benimle olan ilişkisinden farksızdı. Ne daha iyi ne de daha kötü. O kuş beyinli kendini o sevdiği sahte dünyada koruyamazdı. Mary'nin onunla kalması gerekiyordu.
Ayağa kalkıp elbiseme bulanan toprağa aldırmadan yüzümü güneşe çevirdim. Fazla uzaklaşmış olamazdım. Eşlikçilerin sesi buradan bile duyuluyordu. Eğer kaçacaksam elimi çabuk tutmalıydım. Yüzümü yaprakların arasından sızan güneşe çevirip bir karar vermeye çalıştım. Acaba annem olsa ne yapardı? Annemin babamı sevip sevmediğini bilmiyordum. Bunu ona sormaya hiç fırsatım olmamıştı. Çocukken insan bu tür şeyleri düşünemiyordu. Bunları düşünebilecek kadar büyüdüğümde ise annem çoktan gitmişti.
Yine de annemin iyi bir kraliçe olduğunu hatırlıyordum. İnsanlar onu severdi ve her zaman yapması gerekeni yapardı. Annemin ölümünden sonra Kral Henry, yani babam halkının tepkisinden korktuğu ve tahttaki mutlak iradesinin sarsılmasını göze alamayacağı için tekrar evlenmemişti. Çocukken onun tekrar evlenmeme nedeninin anneme olan sevgisi olduğunu sanırdım.
Annem iyi bir kraliçeydi. Babamı sevip sevmediğini bilmiyordum ama üzerine düşen görevi yerine getirerek onunla evlenmiş ve her zaman doğru olanı yapmıştı. Bense onun kızı Victoria Morris'dim. Şimdi de benim üzerime düşen görevi yapıp eşlikçilere geri dönmem ve neyle karşılaşırsam karşılaşayım o malikaneye gitmem gerekiyordu. Atımı bağladığım yere gidip ipi çözdüm ve tek hamlede üzerine atlayıp dengemi sağladım. Her ihtimale karşı hayvanın yumuşak tüylerini okşayarak onu sakinleştirdim ve yavaş yavaş diğerlerinin yanına dönmek için yola çıktım.
Geleceğim ve müstakbel nişanlım malikanesinde tavus kuşu annesi ve kırmızı suratlı babasıyla beni bekliyordu. Kuşların sesine derin bir iç çekiş karıştırdım.
ŞİMDİ OKUDUĞUN
Kayıp Prenses
HistoryczneNot: Sayılar ön yargınız olmasın. "Sevgili kızkardeşim Victoria. Her ne kadar kendine saraydan uzak bir hayat seçmiş olsan da Morris soyadından kurtulamazsın..." KRAL EDWARD. *** Ortaçağ İngilteresi'nde kaybolmuş bir prenses. Aslında kayıp değil. Hi...