Merhaba Arkadaşlar,
Umarım ilk bölümü beğenmişsinizdir. Aklımda güzel planlar var ama sizlerden destek alırsam daha güzel olacağına inanıyorum. Lütfen iyi kötü yorumlarınızı bildirin. Buradan ya da mail olarak bana mesaj atabilirsiniz. Sevgilerle...
Mail: htctastan@outlook.com
***
Mary, bu saçmalığa daha fazla katlanamayarak izin istemeden salonu terk etti. Andrew yanıma gelip zor sığdığı pantolonunun cebinden kırmızı kadife kumaşlı bir kutu çıkarıp içindeki elmas yüzüğü kalın parmaklarının arasında tutup bana gülümserken masanın üzerine kusmamak için karnımı tuttum. Tüm bunlar rüya olmalıydı ve ben biraz sonra yumuşak yatağımın içinde uyanacaktım.
Bir zaman bekledikten sonra uyanmayacağımı çünkü bir rüyanın içinde olmadığımı anladığımda ben de dadım gibi salonu terk etmek istedim.
Ama yapamazdım. Ben Mary değildim. Ben Prenses Victoria'ydım. İngiltere Kralı Henry Morris'in tek kızı. Ne istediğim önemli değildi. Önemli olan ne yapmam gerektiğiydi. Masadaki beklenti dolu yüzleri tek tek süzüp en sonunda yalvarırcasına babama baktım. Babamla aramızda pek bir şey olduğu söylenemezdi ama bu kadar ileri gideceğini de tahmin etmiyordum. Yalvaran gözlerim babamın sert ifadesinden Andrew'e çevrildi. Misafirler yerlerinde yavaş yavaş kıpırdanmaya başladımıştı.
Sol elimi nazikçe Andrew'e uzatırken ağlamamak için kendimi zor tutuyordum. Mide bulantısı tüm vücudumu ele geçirmiş ve yüzümdeki ifade tüm soylulara dedikodu malzemesi vermişti. İyi görünmeye çalışarak elmas yüzüğün parmaklarımdan geçişini izledim. Her zaman özgür olmadığımı düşünürdüm ama bu akşam kendimi tam anlamıyla bir köle gibi hissediyordum. Yanımdaki adını bilmediğim soylu yerini Andrew'e, yani müstakbel nişanlıma bırakırken ben hariç salondaki herkes derin bir nefes aldı.
Önümdeki kadehten koca bir yudum şarap alıp boğazımın yanmasına ve mide bulantıma aldırış etmeden içtim. Keşke bu akşam sarhoş olabilseydim. Ama prensesler sarhoş olmazdı. Prensesler istemedikleri kişilerle evlenmek zorundaydı.
Nihayet yemek bitip masadakiler birer birer sarayı terk ettiğinde Edward suratında şapşal bir ifadeyle ortalıkta dolaşıyordu. Sarhoş olduğu her halinden belliydi ve babam da daha fazla Edward'ın bu haline tahammül edemeyerek odasına çıktı.
Ağabeyimin sarhoş halinden faydalanıp suratına birkaç tane yumruk geçirmek istiyordum. Acaba yarın sabah onu yumrukladığımı hatırlar mıydı? Belki de yüzü morarırdı. Nereden bikebilirdim ki? Çok istesem de hayatımda hiçkimseyi yumruklamamıştım.
Sonra bu fikirden vazgeçip onu zaten olmayan kafası iyice uçmuş olarak yemek salonunda bıraktım ve cilalı merdivenlerden tırmanıp odama çıktım.
Bir an önce üzerimdeki elbiseden ve parmağıma ağır gelen yüzükten kurtulup kusmak ve ağlamak istiyordum.
Odama girip kapıyı sertçe ardımdan kapattım. Yatağım ve sıcak suyum ben gelmeden hazırlanmıştı. Mumların aydınlattığı loş odanın içinde sıcak sudan yayılan buhar dolaşırken hıçkırık sesleri buharla birlikte yüksek tavana sızıyordu.
Çok geçmeden pencerenin önündeki Mary'in ellerini yüzüne kapatmış siluetini fark ettim. Ağladığını anlamak için Sokrates olmaya gerek yoktu. Usul adımlarla yanına gidip elimi omzuna yasladım. Kırlaşmaya başlamış sarı saçları omuzlarından dökülmüş parmak uçlarıma değiyordu.
"Ağlama," dedim sanki sözümü dinleyecekmiş gibi annem yerine koyduğum dadıma. Onu böyle görmeye dayanamıyorum. Aslında şuan da pencerenin önüne geçip ağlaması gereken kişi bendim ama dadım benden önce davrandığı için o bu haldeyken kendimi bırakamazdım. Güçlü olmasam bile güçlü görünmeliydim.
"Özür dilerim," dedi titreyen sesiyle. "Sana yemekten önce söylemem gerekirdi ama cesaret edemedim. Özür dilerim."
"Dileme," diye mırıldandım omzundaki elimi bu defa ıslak yanağına bastırırken.
"Böyle olması senin hatan değil."
Elbette onun hatası değildi. Hatalı olan tek kişi İngiltere'nin kendinden sonraki en güçlü rakibi olan aileye karşı durabilmek için kızını ülkenin belki de en zengin ailesine veren Kral Henry'di.
Andrew'le nişanlanmamızdaki tek neden babamın ve onun ailesinin çıkarlarının uyuşmasıydı.
"Şimdi ne yapacağız?" diye sordu dadım düşüncelerimi bölerek.
"Sen ben gittikten sonra kuş beyinli Edward'la ilgilenmeye devam edeceksin. Tek başına idare edemez. Sana ihtiyacı var," dedim. Annem ölmeden önce yalnız beni değil Edward'ı da Mary'e emanet etmişti.
"Peki sen?" diye sordu dadım aynı ağlamaklı sesiyle. Sahi, ben ne yapacaktım bilmiyordum. Gözlerimden birer damla yaşın dökülmesine izin verdim. Dadımın ağladığımı fark etmemesini umuyordum.
"Ben de evlenip buradaki kadar büyük olmasa da böyle bir sarayda yaşayıp diğer evli kadınlar her ne yapıyorsa onu yapacağım," dedim alaycı bir sesle. Nefret ettiğim hayatım daha da kötüye gidiyordu ve elimden gelen hiç bir şey yoktu.
Mary'i tek başıma banyo yapabileceğime ikna edip odasına yolladım. Yalnız kalmaya ihtiyacım vardı. Sıcak suyun içine girince kısmen de olsa mide bulantım geçmiş ve biraz olsun rahatlamıştım. Her şeye rağmen çıkarır çıkarmaz bir köşeye fırlattığım elbisem ve Tanrı'nın cezası gösterişli yüzükten kurtulduğuma seviniyordum.
Yaz mevsiminde olduğumuz için pencereyi sonuna kadar açmış ve sıcak rüzgarın ipek perdeleri aşarak odaya dolmasına izin vermiştim. Rüzgar sarayın bahçesindeki çiçek kokularını da beraberinde getirerek rahatlamama yardımcı olmuştu.
Başımı geriye yaslayıp gözlerimi kapattım ve akşam yemeğini ve Andrew'i düşünmek yerine zihnime annemle ilgili anıları doldurmaya çalıştım. En mutsuz olduğum zamanlarda böyle yaparak biraz olsun umut bulabiliyordum ancak şuan benim için hiç umut yoktu.
Ne odaya dolan sıcak rüzgar ne de beraberinde getirdiği çiçek kokuları annemle ilgili güzel şeyler düşünmeme yardımcı olmadı. Annem hayatta olsaydı istemediğim biriyle nişanlanmama izin vermez, Kral Henry'e engel olurdu. Ben ise babama karşı duracak kadar güçlü değildim ve tek yapabildiğim emirlerine itaat etmekti.
Annem ölüm yatağına düştüğü zaman babam Edward ve benim bazen onu ziyaret edebilmemize izin verirdi. Odasına girdiğimde içerdeki koku beni rahatsız etse de anneme her zaman çok güzel koktuğunu söylerdim. Kızıl saçları terden sırılsıklam yastığının üzerine dağılmış ve mavi gözleri uykusuzluktan yorgun olurdu. Onun bir şekilde sonsuza kadar bu saraydan gideceğini bilirdim ve bunun olmaması için Tanrı'ya dua ederdim.
Babam bir gün Edward'la yanımıza gelip annemin cennete gittiğini söylediğinde babamdan nefret etmiştim. Bu onun suçu değildi ama yine de annemi belki kurtarabilirdi. O güçlüydü, o bir kraldı. Nasıl olur da annemi hayatta tutamazdı?
Ölümün acısını tekrar hissettiğimde kapalı gözlerimi yavaşça araladım. Odadaki mumlar sonuna gelmiş, içinde olduğum şu soğumaya başlamıştı. Ağır hareketlerle sudan çıkarak soğuk havluları ıslak bedenime sardım. İçeri dolan rüzgar tahmin ettiğim kadar sıcak değildi ve üşüyerek titrememe neden oldu. Birkaç adımda pencereye ulaşıp camı kapattım. Havluları üzerimden atıp krem rengi geceliğimi yeterince kurumamış olan bedenime geçirdim. Oda o kadar sessizdi ki sönmekte olan mumların cılız çatırtısı kulaklarıma geliyordu. Uçlarından sular damlayan kızıl saçlarıma aldırmadan kendimi yumuşak yatağın üzerine attım ve örtüleri gözlerime kadar çektim. Andrew'i düşünmek istemiyordum, yüzüğü düşünmek istemiyordum, nişanlı olduğumu düşünmek istemiyordum.
Sadece kendimi uykunun kollarına bırakıp hiçliğin ve karanlığın beni ele geçirmesini istiyordum.
Belki de sonsuza dek...
ŞİMDİ OKUDUĞUN
Kayıp Prenses
HistoryczneNot: Sayılar ön yargınız olmasın. "Sevgili kızkardeşim Victoria. Her ne kadar kendine saraydan uzak bir hayat seçmiş olsan da Morris soyadından kurtulamazsın..." KRAL EDWARD. *** Ortaçağ İngilteresi'nde kaybolmuş bir prenses. Aslında kayıp değil. Hi...