Her geçen gün biraz daha korkuyorum. Ya ben yanlış anlıyorsam... Kimseye de anlatamıyorum. Bunca soru işaretlerinin içinden nasıl çıkacağım ben? Yüreğime hükmeden bu korku sisini nasıl dağıtacağım? Üzerime çökmüş karanlık, ne ileri gidebiliyorum ne de geri. Keşke uzaklara, çok uzaklara gidebilsem! Tek başıma...
-Kızım! Hadi servisin geldi.
-Hemen geliyorum anne.
Ne olur bana dua et? Gitmeyi hiç istemiyorum. Yine onu göreceğim diye çok endişeleniyorum. Annem iyice sinirlenmeden gitmeliyim. Akşam sana olanları anlatmak için çok sabırsızlanıyorum. Hoşça kal benim güzel defterim.
-Hep böyle yapıyorsun Işık. Bu nasıl bir sorumsuzluk?
- Yine ne yaptım anne? Geldim işte.
- Bak bak! Dillerin çok uzadı senin? "Ne yapmış mış" hanım efendiye bak sen! Sen gelene kadar gitti okul servisin.
-Bunda ne var ki anne. Babam ya da sen okula bırakırsınız beni. Sonuçta ikinizin de araba...
- Demek sen ondan bu kadar rahat hareket ediyorsun.
-Bırakamayız hanım efendi seni! İkimiz de işe yetişmek zorundayız.
-Baba yolunuzun üzerinde nasıl bırakamazsınız. Alt tarafı birkaç dakika geç kalırsınız. Neden böyle yapıyorsunuz, anlamıyorum gerçekten?
- Kızım kusura bakma ama senin o birkaç dakika dediğin zaman dilimi çok önemli bizim için. Sende öğreneceksin. Bu cezayı sorumsuzluğunun bedeli olarak düşün. He bir daha da sakın bana karşı sesini yükseltme! Çık şimdi yukarı.
Yukarı çıkar çıkmaz kendimi yatağıma attım. Yüz üstü yattığım yatakta sadece ağlıyordum. Çok kızgındım onlara. Bu kadar sert davranmak zorunda değillerdi. Alt tarafı birkaç dakika... Yattığım yerde doğrulmuştum. Gözlerimi tavana dikmiş öylece duvarı seyrediyordum. Gözyaşlarım yön değiştirmiş artık yanaklarımdan süzülmeye başlamıştı. Anlamadığım bir şeyler oluyordu. Sanki avazım çıktığı kadar bağırıyorum ama kimse beni duymuyordu. Hani bir rüya görürsünüz. Korkunç bir rüya... Yalnız sizin bulduğunuz boş bir sokak, önünüzü bile aydınlatmayan bir ışık ve peşiniz sıra gelen bir karartı... O karartı üstünüze çöker. Ve siz bağırırsınız, korkudan. Ama bağırdıkça iyice çöker üstünüze. Attığınız her çığlığı yalnızca kendiniz duyarsınız. Öyle bir an işte. Geçen gün öğretmenimiz bize "Sizler farklı bir dönemdesiniz çocuklar." demişti. Sanırım ondan böyle hissediyorum. Yoksa neden kendimi bu kadar yalnız hissedeyim ki? Aslında okula gitmemek işime gelmişti. Tamam, annemle babama çok kızmıştım ama biraz düşününce bu duruma sevinmiştim de. Onu görme ihtimalim kalmamıştı. Bana bakışları beni çok rahatsız ediyordu. Onu her gördüğümde yüreğime anlam veremediğim bir korku giriyordu.
Öylece tavana bakıp düşünürken uyuyakalmışım. Uyandığımda hava kararmıştı bile. Okul formalarım hala üzerimdeydi. Başımda inceden inceye hissettiğim bir ağrı vardı. Hemen doğruldum. Hareket ettikçe ağrı iyice şiddetleniyordu. Başımı ellerimin arasına alıp yatağın kenarına oturdum. Kafamı kaldırdığımda karşıda ki boy aynasında kendimi iyice inceledim. Saçlarım dağılmış, gözlerim şişmiş, yüzüm çok solmuştu. Ne kadar kötü duruyordum. Ayna da gördüğüm kişi, ben değildim sanki. Aynaya dalmış düşünürken annem geldi. Sabah ki halinden eser yoktu. Unutmuş gibiydi. Ama ben hala sabahın etkisindeydim. Beni öyle görünce odamın girişinde kalakaldı.
-Neyin var senin böyle?
-...
-Sana diyorum, Işık!
ŞİMDİ OKUDUĞUN
Kırmızıda Mavi Yaşa
Non-FictionZaman... Ne kadar kısa bir kelime değil mi ? Oysa ne çok uzun yaşıyoruz zamanı. Bu tezatlık neyin nesi diyerek bir anda duraksıyoruz, hayatımızın bazı dönemlerinde. Sonra ne mi oluyo...