kıskançlık

83 4 9
                                    

"Kalemlerinizi bırakın!" gözlüklü bölüm hocasının tiz sesiyle irkildim. Geçen hafta öğrendiğimiz konunun sınavını oluyorduk ve sınavı on dakika içerisinde bitirip sonu gelmeyen düşüncelere dalmıştım. Toparlandıktan sonra çantamı aldım ve kağıdı masanın üzerine bırakarak sınıftan çıktım. 

Ekim ayına girdik ve hava neden hâlâ bu kadar sıcak?  diye düşünürken koridorda ilerlemeye başladım. Almam gereken kitapların listesinin asılı olduğu kapıyı bulmam gerekiyordu. Gerçekten, bunu kapının üzerine asma fikri hangi yaratıcı beyinden çıkmıştı?!  

Bütün katı turlayıp bulamadıktan sonra bir alt kata indim. Alt katı gezinirken sonunda, üzerinde beyaz bir kağıt duran kapıyı gördüm. Boş koridor o kadar sessizdi ki, sessizliğin tadını çıkararak kapıya acele etmeden yaklaştım ve telefonumun kamerasıyla listenin fotoğrafını çektim. Tam o sırada, koridorda bir ses  duyulmaya başladı. Ses, bir piyanodan çıkıyordu. Kulağıma o kadar sakin ve mükemmel geliyordu ki onun geldiği yönü bulup oraya doğru dikkatli adımlarla gitmeye başladım. Yürürken adımlarımın sesinin çıkmamasına özen gösteriyordum. Sesin geldiği yer küçük bir sınıf gibi görünüyordu. Yaklaştım ve açık kapının köşesinde durup içeri göz attım. 

Piyanoyu çalan Min Yoongi'ydi. Parmaklarını rahatça piyanonun üzerinde gezdiriyor ve bu öğlen vaktini hüzünlü bir geceye dönüştüren o parçayı çalıyordu. Beni görüp görmeyeceğini önemsemeden orada dikilip dinlemeye başladım. 

Çalmayı bitirdiğinde, onu dinlediğim süre boyunca kaloriferin üzerinde olan ellerimin yandığını farkederek aniden sessizce bağırdım;

"Ahh!" ellerimin yandığını hissetmeyecek kadar salak mıydım gerçekten?! 

 Yoongi, hızla arkasını döndü ve beni görünce gözleri kocaman açıldı; 

"Orada olduğunu bilmiyordum," ses tonundan şaşırdığı anlaşılıyordu. 

"Kapı... açıktı. Ben de geldim ve..." açıklama yapmam gerekiyor muydu ki? Cümlemi tamamlamadan bir diğerine geçtim; "İyi çalıyorsun," bakışlarımı tekrar ellerime çevirdim.

Yüzüme bakarken sırıttı ve ayağa kalktı, "Ellerin iyi durumda mı?" sırıtmaya devam ediyordu.

"Sanırım bu hoşuna gitti," bunu söylerken kaşlarımı kaldırdım ve sitem ettiğimi belli edecek şekilde gülümsedim. 

"Evet, bir an seni etkilediğimi düşünmeme sebep oldu," o da aynı şekilde kaşlarını kaldırdı ve gülümseyerek başını yukarı aşağı salladı. Beni etkilediği doğruydu. O sırada gelen bir başka sesle bu ortam bozuldu;

"Ah, Yoongi! Seni burada bulacağımı biliyordum." gelen Sun Hee'ydi. Yüzünde ekstra bir mutluluk ifadesi vardı. 

"Beni mi arıyordun?" Yoongi, bedenini Sun Hee'ye doğru çevirerek ona doğru bir adım attı. Ne? Tamam bu hareketin beni sinirlendirdi, Yoongi! 

"Evet, birlikte öğle yemeği yemek için. Ah, merhaba Jin Sol. Sen de bizimle gelmek ister misin?" aklımdan binlerce şey geçiyordu ve düşüncelerimi bastırıp konuştum; 

"Benim birkaç işim var, teşekkür ederim." hızlıca o ikisini sınıfta bırakıp orayı terk ettim. Merdivenlerden de hızlı adımlarla indikten sonra kendimi dışarı attığımda derin bir nefes aldım. Kıskançlık yapacak halim yoktu, değil mi? Yürümeye başladım. Gidip kitaplarımı almalıydım. Kitapları alacağım yere gittim ve onları aldım. Annem, babamdan gelen maaştan her ay bana para yollayacağını söylemişti ve istemesem de, şu an bu paraya ihtiyacım vardı. Bankaya gidip parayı çektim. Eve dönerken So Ra'nın sevdiği kurabiyelerden aldım. 

Our Bitter Sweet Story | mygWhere stories live. Discover now