Zilin çalmasıyla çantamı sırtlayıp sınıftan çıktım. Bugün bizim erkeklerin özel günüydü. Yani her cuma sinemaya gitme,yemek yeme gibi aktiviteler yapıyorlardı.
Evde yalnız olacağım için mutluydum. Özgürce ağlayabilecektim. Buda beni iyi hissettiriyordu.
Gi,Hyun ve Danbi'ye el salladıktan sonra okulun büyük ve uzun olan siyah kapısından dışarı adımımı attım.
Yolda ilerlerken içimden parkta yalnızca oturmak gelmişti. Havada güzeldi ve bunu değerlendirmek istiyordum.
Bir iki dakika sonra parka ulaşabilmiştim. Salıncağa bineceğim için heyecanlı ve mutluydum. Ama bu mutluluğum sadece bir saniye sürmüştü.
Çünkü,Jungkook tam karşımda bankta oturmuş ağlıyordu ve ortalıkta kimse yoktu. Bunu fırsat bilerek yanına oturdum.
"Jungkook? İyi misin?" Dedim tedirginsizce. Aniden irkildi. Vereceği cevap çok korkuyordum.
"Sanırım değilim..." gözünden dökülen yaşlar ile mırıldandı.
"Ne oldu? Bana anlatabilirsin"
"Saçma şeylerle kafanı bunaltmak istemem Cho," istemsizce elimi omzuna yerleştirdim. İkimizde ürkmüştük.
"Hayır!" Diye çıkıştım birden. Sonra; "yani sorun değil. Hem içini dökersen rahatlarsın," dedim.
"Kardeşim..." dediği anda hıçkırıklara boğuldu. Jungkook'un abi olduğunu bilmiyordum.
"Onu kaybedeli beş yıl oluyor ve.. ve.."
"Ve ne?"
"Ve hepsi benim yüzümden oldu." Derin bir nefes aldıktan sonra konuşmasına devam etti.
"O akşam onu marketin önünde yalnız bırakmasaydım şu an burada benimle olacaktı." Dolan gözlerimi etrafta gezdirdim. Onunda benden bir farkı yoktu. İkimizde aynı acıları çekiyorduk.
"Yanlış düşünüyorsun! Ayrıca nerden bilebilirdin kötü bir şey olacağını,"
"Bilemem gerekiyordu. O benim sahip olduğum tek kişiydi,"
"Annen veya baban?" Tamam kabul onun hakkındaki çoğu şeyi biliyordum ama konu aileye gelince en ufak bir fikrim bile yoktu.
"Bizi terk ettiler," kızaran gözlerini bana çevirdi. İyice gözlerime odaklandı. İkimizinde kalp atışları ve nefes sesleri etrafa güzel bir melodi yayıyordu.
"Seni anlayabiliyorum Jungkook. Çünkü benimde bir ailem yok. Ve bu çok.. çok kötü hissettiriyor."
Şaşıran surat ifadesiyle ellerini ellerime kenetledi. Bir anlığına ellerimi hissetmemeye başlamıştım.
Ardından bana gülümsedi ve sol elini cebine götürerek bir anahtarlık çıkardı. İçimden lanetler okumaya başlamıştım. Çünkü anahtarlık pembe rengindeydi.
"Bu kardeşimin anahtarlığı..." bana uzattı ve incelememe izin verdi. Elime zorda olsa aldığım anahtarlığın üstündeki isme bakakaldım.
"Kardeşimin ismide Cho'ydu!" Dedi yalandan tebessüm ederek. Ardından;"senin olsun. Yani eğer kabul edersen..."
Kabul etmeyi çok istiyordum ama gözümün önünde sallanan pembe şey beynimi alt üst ediyordu. En nefret ettiğim renk ve beni tekrardan hayata bağlayan kişi karşımda duruyordu.
"Ama bu pembe... yani ben pembe rengini pek sevmem,"
"Sen de mi dedi?" Kızgın bakışlarını etrafta gezdirirken "gizli sapığımda pembe rengini hiç sevmiyor,"
Birden öksürmeye başladım. Ellerim terleyip uyuşmuştu. Aynı zamanda bedenim haberim olmadan titremekle meşguldü. Kendimi ele vermemek için büyük bir savaşın içinde bulmuştum bedenimi o an.
"Ne tesadüf!" Diye geveledim.
"Ben anlattım. Sıra sende."
"Ne sıra-ası," dedim kekeleyerek.
"Neden pembeyi sevmiyorsun?" İlk önce biraz duraksadım ve düşünmeye başladım. Yaşadığım her şey gözümün önünden film şeridi gibi geçti. Ardından konuşmaya başladım.
"Hayatın ne kadar acımasız olduğunu öğrendiğim zaman artık her şeyin pembe olmadığını anladım. Yani, dünyanın siyah bir boşluktan farksız olduğunu,aslında kendimizi renklerle kandırdığımızı..."